22 Mayıs 2018

Acıyan yerlerini öpecek biri varsa hayatında 
Önemli olmaz düştüğün yerler, atıldığın kuyular, 
aldığın yaralar,yalan çıkan bildiğin tüm doğrular. 
İşittiğin tüm kötü sözlerin yeri bile, çabuk iyileşir o zaman.
Nasihat etmeden, küçümsemeden dinleyen, 
anlatırken bile geçecekmiş gibi gelen, 
yuva sıcaklığında bakışlarıyla içini ısıtan, 
seni olduğun gibi kabul eden, değiştirmeye çalışmayan, 
istediği kalıplara uymasan da 
seni sevmekten vazgeçmeyen biri varsa eğer,
Korkma incinmekten.
Bırak sıyrıklar olsun dizlerinde,
Öper ve geçer…

03 Mayıs 2018

Hayali düzen dışında bir yol mümkün değil. Etrafımızdaki hapishane duvarlarını yıkıp özgürlüğe koştuğumuzda aslında daha büyük bir hapishanenin geniş bahçesine doğru koşuyoruz.

02 Mayıs 2018

Zaman geri gelmez, getirilemez. Yani geçmiş geri getirilemez. Ancak “geçmişte şimdiki zamanın geçip giden her bir anın geçici olmayan gerçekliğini bulabildiğimize göre” (Tarkovski) geçmiş ne demek oluyor ki? Geçmiş, geçip gitmiş zaman parçası değildir. Bugünün içinde durur. Yarınsa bugünden başlayan bir şeydir ve geleceğimizi içinde taşır.

Zamanın dışında anı olmaz… İnsanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla var olur. Demek ki anılarımız vicdanımız, vicdanımız da belleğimizdir. 

01 Mayıs 2018

Eğer; Hak haksızlıktan yüce, sevgi nefretten üstün, aydınlık karanlıktan güçlüyse... 
Çaresi yok usta... 
Biz kazanacağız..

Nazım Hikmet Ran


25 Nisan 2018

Sen yaşarken başkası kırılıyorsa
Bil ki onun zindanındasın
Nedir bizim bu yaşamakla alıp veremediğimiz?
Borçlu çıktıkça ikiye bölünüyor etraf
Nedir bu sevmekle alıp veremediğimiz?
Sen ben oyununda onulmaz biridir hep galibi…

"Gerçekle bir bağım varsa o da düşlerimdir. Bana güzel şeylerden bahset. N’olur!”

04 Nisan 2018

O Eski Bir Güvercindi
O eski bir güvercindi gittikçe hatırlanan,
O eski bir güvercindi, uçması da iyiydi bana kalırsa
O eski bir güvercindi, çünkü tenhaydı şehirler,
Benim saçlarıma saklanırdı, benim saçlarım çalılara;
Onu görürdüm göllere girdiğimde, bıldırcın avladığımda akşama,
Gelir ateşime sokulurdu, o eski bir güvercindi,
Başka kimsecikler de yoktu galiba.

Ülkü Tamer
Ben Sana Teşekkür Ederim
Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da
Dünyada ne kadar kuş varsa
bir fazlası senin soluğunda
bana bir ninni söyle
savurup atsın yorgunlukları
ormanın savaşını bağışla
bağışla kuytunun sessizliğini
gözlerimin arkasında çatlayan
tohumun coşkusunu anla
uçurumlardan örülmüştür çünkü
sıradağları yaratan sevda

21 Mart 2018

‘Çok sıcakmış hava. Ama hep sıcakmış zaten. Dünyanın o bölgesinde, zaten sıcak olan bir denizin ortasında soğuk olması zaten beklenmezmiş. Mustafa Musa’nın yaşadığı yerde toprağın sahibi ve o toprağın üstündeki harnup ağacının sahibi ayrı kişiler olurmuş. Eğer bir tarlanız varsa ve o tarlanın içinde bir harnup ağacınız varsa; o kendinize ait koca tarlanın ta ortasındaki o iri, o devasa harnup ağacının harnuplarını, keçiboynuzlarını toplayamazmışsınız. Çünkü toprağın sahibi olmak, toprağın üzerinde yetişen harnup ağacının sahibi olmak anlamına gelmezmiş o coğrafyada. Bunun dışında her şey bildiğimiz gibiymiş aslında. Çok üzüm olurmuş, iyi üzüm olurmuş ama o üzümden şarap olmazmış! O kadar şekerliymiş ki üzüm ancak konyağa dururmuş! O kadar şekerliymiş ki üzüm; kazayla yerseniz, kontrolsüzce, bir ay damağınızdan gitmezmiş şekerin yanığı.

Evet, aslında her şey biraz da kontrolsüzce olduğunda hep bir iz bırakır insanın damağında.

Hiç toprağı olmayan ama çok fazla harnup ağacı olan buranın sorumlusu 'Çiçek Mustafa’ diye bilinirmiş. Denizin hemen kıyısında, tepenin hemen üstünde, o tepenin hemen arkasında yayılmış küçük kasabada her evin avlusu olurmuş. Her evin avlusunda bir kuyu olurmuş. Her evin avlusunun kenarında bir limon ağacı olurmuş. Her limon agacının kenarında bir mutfak olurmuş. Mutfaktan elini uzattığında limon ağacına ulaşacak kadar yakın olurmuş mutfağın penceresi. İncir olurmuş. İnciri içinde bırakan bir kümes olurmuş. İçinde güvercinler olurmuş. Bir de bir künk olurmuş. Künkün hemen ucunda bir pres olurmuş ki zeytinin yağı çıksın. Zaten incir ve üzümün olduğu yerde medeniyet olurmuş, hep öyle olmuş. Çiçek derlermiş Mustafa Musa’ya çünkü sadece keçiboynuzları ve kendisi varmış. Ve köyün içinde her yürüdüğünde kadınlar dönüp dönüp ona bakarlarmış. Tarlada yatarmış, kendine ait olmayan tarlalarda. Kendine ait olmayan tarlalardaki kendine ait olan harnup ağaçlarının altında.

Bir köpeği varmış. Hep onunla dolaşırmış. Belinde bir ip taşırmış. Köpeğinin boynuna ip bağladıgını hiç görmemişler. Ama belinde hep bir ip görmüşler…Hava çok sıcakmış. Çok fazla konuşmazmış. Bazen onun adımlarına hep uyum sağlayan köpeğinin de konuştuğunu duyarmış. Hep ‘Zeplin, zeplin, zep-’ dermiş. Belki de köpeğin adıymış, bunu kimse bilmezmiş. Hiç, ama hiç, ama hiç takmamış onları köpek ’Zeplin’ diye çağırdıklarında. Ama Mustafa Musa ne zaman 'Zeplin’ dese köpek döner bakarmış Mustafa Musa’ya. Ona şaşırırlarmış çünkü köpek sağırmış! Mustafa Musa ve Zeplin harnup ağacının altına geldiklerinde, harnubun gölgesine serildiklerinde Mustafa Musa belindeki ipi çıkarır; önce kendi ayağına bağlar, sonra sağır köpeğin, kara sağır Zeplin’in boynuna bağlarmış. Köyde, hani yeri gelirse Mustafa Musa nerede diye sorarsa biri çocuklara ayağına köpek bağladı derlermiş. Bu biraz da yani tam olarak ‘Mustafa Musa uyuyor’ anlamına gelirmiş. Sadece uyurken bağlarmış Zeplin’i ayağına. Çünkü Çiçek Mustafa’ymış. Eğer köyün içinde yürürse bütün kadınlar döner ona bakarmış. Bir gün anlamışlar ki ne zaman Mustafa Musa ayağına kör bir köpek bağlasa aslında 'bir erkeğin canı yanmış’ demekmiş. Ağır pompacıymış Mustafa Musa. ‘Çiçek Mustafa’ demişler ona. Köyün içinde her yürüdüğünde bütün kadınlar döner ona bakarmış. Ne zaman ayağına sağır bir köpek bağlayıp bir harnubun gölgesinde uyusa bütün erkekler hızla evine koşarmış!

Bir gün vurmuşlar Mustafa Musa’yı bir harnup ağacının altında. Bir erkeği ancak masum olduğunda vurabilirsiniz. Çünkü ayağına köpek bağlamadığı bir gün, ona bakan bir kadına bakmadığı bir gün vurmuşlar Çiçek Mustafa’yı bir harnup ağacının altında.

O günden sonra o kasabada; o havası çok sıcak kasabada, o üzümünden sadece konyak olan kasabada, eğer hazırlıksız bir anda ağzınıza üzüm attıysanız şekeri bir ay boyunca boğazınızı yakan kasabada herkes, uyurken ayağına köpek bağlamaya başlamış…’

K. Çaydamlı

14 Mart 2018

"Bir, ayaklarınız altına değil, yıldızlara bakmayı unutmayın. İki, çalışmayı asla bırakmayın. Çalışmak size bir anlam ve amaç verir, bunlarsız bir hayat boştur. Üç, eğer aşkı bulacak kadar şanslıysanız, onun da olduğunu hatırlayın ve başınızdan atmayın."

Stephen Hawking

08 Mart 2018

"Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. yaşamak demek faaliyet demektir. bundan dolayı bir sosyal toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer bir organı işlemezse o sosyal toplum felçlidir."
Şuna inanmak lâzımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir. 

28 Şubat 2018

"Doğru şeyden başka her şeyimiz vardı, çünkü yanlış yerdeydik."

21 Şubat 2018

İnsanların öldüğünü gördüm. Sevenlerin ayrıldığını. Her gün tekrar eden zulmü ve açlığı. Bütün bunlar bana gösterdi ki, hayatta hiçbir şey acı çeken bir insana duyacağımız empatiden önemli değildir. Hiçbir şey. Ne kariyer, ne servet, ne zeka, ne mevki. Soylu bir hayat yaşayacaksak, başkalarının acılarına kayıtsız kalamayız.



Ferhan : Ne var bu gülümseyişin altında?
Nilgün : Sen varsın.
Ferhan : Anlamadım?
Nilgün: Sen varsın dedim ya. Ya ben az önce evde oturuyordum, kendi kendime dedim ki çok şükür Ferhan var dedim. Çok şükür dedim.
Ferhan : Yani sırf bunu söylemek için mi geldin?
Nilgün : Değmez mi ?
Ferhan: Ne münasebet. Yanında başka bir mazeretin daha olsaydı, mesela manava da gidiyor olsaydın bu kadar değerli olmazdı.

20 Şubat 2018

Galiba sekiz dokuz yaşlarındaydım. Bir Orta Anadolu kasabasında büyüyordum. Babam gazozcuydu. Bir gün tüm kasaba çarşı meydanındaki kahvenin önünde toplandı. Her gün kapısının önüne gazoz bıraktığım kahvenin sahibi, yaşlı hoş sohbet amca yanında çırak olarak çalışan, benim yaşlarımda esmer yetim bir çocuğa, İhsan’a iki yıldır tecavüz ediyormuş. Çocuğun bu durumunu, kasabaya yeni tayin olmuş, nüfus müdürlüğündeki memur fark etmiş ve iş onun gayretiyle açığa çıkmış.

Kahveci, kalabalığın arasından elleri kelepçeli polis otosuna doğru giderken, akrabamız rahmetli İsmail abi söktüğü kaldırım taşını bağırarak kahveciye fırlattı. Başına yana eğmezse kafasını parçalayacak iri taş gitti kahvenin su oluğuna çarptı ve ezdi. Her sabah gazoz dağıtmak için dolaştığım çarşı içinde, çocuk kafamda hiç unutamadığım görüntülerden biridir, ezilmiş su oluğu.

Kahveci nedense bir süre sonra işinin başına döndü. Artık bu dünyada yerinin olamayacağını düşündüğüm kahveci yine çay yapıyor, dağıtıyor, oturanlara laf atıyor, şakalaşıyordu. Ona taş atan İsmail abi de hiçbir şey olmamış gibi kahvede okey oynamaya devam ediyor, arada sırada kahveciyle laflıyordu.
İhsan’ı bir daha hiç görmedim. İstanbul’a, akrabalarından bir terzinin yanına çırak olarak gittiğini söylediler. Bir daha o kahvenin önüne gazoz bırakmadım.

Orta okula gidiyordum. Sabah annemin kirkit sesleriyle uyanır, onunla birlikte güne başlar, yatağın içerisinde o günkü derslere bir kez daha bakardım. Annem sabah namazı için kalkmış, abdest almış, mırıl mırıl dualarla odada geziniyordu. Bir ara pencereye yanaştı ve dikkatlice dışarı baktı. Sabahın o ıssız sessizliğinde, belli ki annemin tanıdığı bir kadın ayağında terlikler telaşlı telaşlı bir yerlerden geliyor. Annem bir süre merak ve kaygıyla dışarıyı izledi. “bunun ne işi var bu saatte” dediğini duyar gibi oldum.

Öğleye doğru kasabanın biraz dışındaki bir üzüm bağının kenarında, bir asmanın dibinde kundağa sarılmış yeni doğmuş bir çocuk cesedi buldular. O sabahla ilgili annemle hiçbir zaman konuşmadım.

Büyüdüm! Doktor oldum. Mecburi hizmet yılları! 23 yaşında bir çocuğum. 1984 yılının puslu, soğuk bir Ankara Kasımında, Sıhhiye’de Sağlık Bakanlığı’nın kasvetli geniş salonunda heyecanla torbadan çıkacak köyün ya da kasabanın ismini bekliyordum.

Mecburi hizmet için çekilen kurada arkadaşlarımın çoğu doğu ve güneydoğudaki sağlık ocaklarına giderken benim bahtıma da Ankara yakınlarındaki bir köyün sağlık ocağı çıkmıştı.
Hayatımın en güzel, en coşkulu ve en pırıltılı yılları! Ha deyince elmayı dalından, yıldızı yerinden kopardığım, imkansızın farkında olmadığım yıllar.

Bir gün, her sabah olduğu gibi 100-150 kişilik bir hasta kalabalığı muayene odamın önünde bekleşiyordu. Bir ara, deneyimli hemşirem Mesude hanım kapıyı açarak bağırdı. “rapor için bekleyen” Onca insanın arasından orta yaşlı sakallı bir adam ve yanındaki 7-8 yaşlarında başı önünde bir çocuk. Remzi oğlu Bektaş. Kalabalığı yararak odama girdiler. Adam çocuğun babasıymış, akrabalarından biri Bektaş’a tecavüz etmiş, jandarma adamı yakalamış, Bektaş için fiili livata raporu hazırlayacakmışım. Anüs muayenesi yapmam gerekiyordu. Sağ el bileğinin iç kısmındaki soluk adliye mühürü ile başı önünde sessizce bekleyen o çocuğu hasta muayene masasına çıkartıp, diz dirsek pozisyonunda muayene etmeye çalışırken, çocuğun başını kaldırıp korkuyla yüzüme bakmasıyla içim ezilmiş, ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi bilememiştim. Onun başına gelenle benim muayene usulüm birbirine o kadar benziyordu ki. İşimiz bitti, onlar geldikleri gibi gittiler. İçimde kalan, Bektaş’ın sağ el bileğindeki mor adliye mührü.

Mecburi hizmet yılları! Her seferinde içimi sızlatan, ama bir o kadar da beni büyüten anılar. Bir başka gün de, merkeze epey uzaklıkta bir köye, kendini asarak intihar eden genç bir kadının otopsisi için gitmiştik.

Savcıyla yolda giderken hemen öğrenivermiştim bütün hikayeyi. Yeni evli genç kadının (adı Reyhan’dı.) kocası askere gidiyor. Kayınpeder tecavüz ediyor ve genç kadın hamile kalıyor. Kaynana her şeyin farkında, ama suskun. Genç kadın için bir tek çözüm kalıyor. Evin kilerindeki seren direğine asıyor kendini.
Savcının “biz gelinceye kadar hiçbir şeye dokunmayın” talimatına harfiyen uymuşlar. Kilere girdiğimde ilk gördüğüm şey, koca seren direğinde sallanan ayağı şalvarlı, çenesi bağlı küçücük genç bir kadının cesedi, yerde yuvarlanmış bir sandalye, hemen onun yanında bir bohça, içinde kefen bezi, sabun ve lif, bir entari, birkaç küçük takı. Genç kadın sanki bir yolculuğa çıkar gibi hazırlanmıştı.

Cesedin yanında bir başka şey daha sallanıyordu. Bir teker sızgıt. Yazdan hazırlanıp, kışa saklanan ve genellikle tavana iple asılarak bekletilen kavrulmuş et tekeri. Yarısı yenmiş. Yanında genç kadın. Dışarıda genç kadını yıkayacak kazanın yanında sessizce bekleşen köylüler.
Uyuyamamıştım gece lojmana döndüğümde.

Aradan 25 yıl geçti. Şimdi İstanbul’dayım. 1 Aralık tarihli gazetelerde şöyle bir haber var: “Urfa’ da berdel verilen Şahe Fidan kocasıyla kavga edip, daha fazla dayanamayarak sığındığı baba evinden geri gönderilince, 1,5 yaşındaki bebeğini sırtına bağlayıp, evin banyosunda kendini astı.” Şahe’nin yakınları “bizde evlenen kadının koca evinden ancak cesedi çıkar” demişler. Onlar haklı çıkmış yani. Şahe kızım, sana ipin ucundan başka bir çare bırakmayan ülkemde hala neler gündemde bir bilsen. 1,5 yaşındaki kara gözlü oğlun seni çıktığın yolculukta yalnız bıraktı. Artık onu hırsızların ve üç kağıtçıların saygı gördüğü, soytarıların alkışlandığı, alçakların ve hainlerin baş tacı edildiği bir ülke bekliyor. Dilerim bir gün sağ salim büyüdüğünde bir büyük kentin kara duvarlı sefil bir mahallesinde umutsuzluk ve acılar içinde kaybolmaz.

Hekimliğimin yirmi beş yılı yetmedi kendisini ipe vermekten başka çare bilmeyen kız kardeşlerimin yarasına merhem olmaya. İhsan’ın yalnızlığına derman olmaya. Bektaş’ın bileğindeki mührü silmeye. Reyhan’ı bir kez olsun dinlemeye. Yetmedi. Bundan sonra yeter mi bilmem. Dilerim ülkemi yönetenler bir gün uyanırlar bu ölüm uykusundan. Dilerim bizden sonrası için bir parça ümit kalmıştır hala!

Ercan Kesal

15 Şubat 2018

"Benim hatam, benim başarısızlığım sahip olduğum tutkularım da değil, onları kontrol etme eksikliğimdedir."

10 Şubat 2018

İskender Abi:
Şöyle oluyor yani; biri geliyor hayatına, diyorsun ki tamam yani bundan sonra artık yalnızlık yok, iki kişiyiz biz, her şeyi iki kişilik düşüneceğiz… Sonra çekip gidiyor yani. Tamam, gidiyor yani, o zaman iki idik ben şimdi tekrar bir kalacağım. Yani bir kalmam lazım, öyle olması lazım ama bir de kalamıyorum, yarım kalıyorum. Niye yarım kaldım ben? Niye şimdi benim yarımımı aldı götürdü giderken? Beni böyle yarım bıraktı diye düşünürsün.

07 Şubat 2018

“Düşünün bir kere: Yeryüzünde kaybolmuş iki insan, bir akşam, alın yazılarında yazıldığı gibi karşılaşıyorlar, kucaklaşıyorlar......kucaklaşıyorlar, büyük bir heyecan içindeler. İki insan... Kim ve ne olurlarsa olsunlar. İkisi de, kalplerinde birikmiş ne varsa, birbirlerine söylüyorlar. Ve ertesi sabah, bir başlarına, tekrar mahzun, bedbaht olacaklarını artık unutuyorlar.”

01 Şubat 2018

"Otuz beş yaşındayım. Daha hiçbir şey yaşamadım ki ortasında olayım hayatın. Ama kenarındayım o kesin. Hem de en kenarında, bizim mahalle gibi."

24 Ocak 2018

Tutuklanmak için çalmadığım kapı kalmadı, sonunda kaçma şüphesi vardır gerekçesiyle tutuklandım. Dava önce, Ceza Yasasının 141 inci maddesinden açılıyordu.  Yani, şu ünlü madde: Sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerindeki tahakkümünü kurmak amacıyla örgüt kurmak. Örgütten bol ne var ki. bul örgütünü, kur tahakkümünü...


22 Ocak 2018

Özgür olmak isterken yitip gidenlerin özlemi...
11 yaşlarında sabahın 6sında başucumda çalan bir alarm yoktu. Bir yerden bir yere yetişme telaşem yoktu. Annemin önüme koyduğu yemeği beğenmeme lüksüm vardı. Babamın verdiği bozuk paranın ettiği kadarıyla yetinmeyi bilmekti ekonomi. Tek sabırsızlığım almak istediğim oyuncağa biran evvel kavuşmaktı. Gelecek kaygım yoktu. Aile büyüklerimin doğrusu benim de doğrumdu. Saflığın sembolü de bu olsa gerek ya. İnanmak istediğim doğru bilgi güvendiklerimin avuçlarındaydı. Ta ki büyüyene kadar... Ta ki insanoğlunu sorgulayana kadar.
Ve adil olmayan bu düzene, bir canlı getirmek için oldukça karanlık bir coğrafyaydı burası. 
Güvensiz bu topraklar da güvenli bir kaç dost ve yar sevdasından kalan başka bir şey yok artık.
İşte dünden geriye kalanlar...

19 Ocak 2018


Islak odunlarla soba yakmak isterken kullandığı benzin nedeniyle evini kaybeden 83 yaşındaki Ali Meşe ve kedisi.
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.


Kadın gider ve bunun şiir olduğu söylenir 
kadın gider ve bir şair doğar bundan 

"Yazın bittiği her yerde söylenir"se 
kadının gittiği de her yerde söylenir 
kadın gittiği her yerde şiir diye söylenir: 
Kadının gittiği yazın bittiğidir, her yerde 
yaz biter kadın giderse, bunun sonu şiirdir, 
yazın sonu şiirdir, şiirdir aşkın sonu... 
Şehir her semtiyle yazın peşine düşse 
yaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir, 
yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiir 
eylülün semtine kadar böyle gidilir 
bir gecede gittimdi hazirandan eylüle 
eylül yazdan terkedilmişti, şiirse haziranda 
kadın tarafından terkedildi o söylenceye: 
Bütün oğullar anneyi bir şiire terkeder! 
O kadın beni terkederse şair olurum 
oğul olduğum kadın sakın beni terketme, 
şiirdir söylenir, yazdır biter, kadındır gider

Bütün kadınlar şiiri bir kadına terkeder!

15 Ocak 2018

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. 
Vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, 
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, 
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, 
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, 
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, 
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, 
ben vatan hainiyim. 
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

Doğum günün kutlu olsun Nazım Usta.
Yaşadığımız şeyleri bir fotoğraf kadrajının arasında hapsetme telaşımız onu birebir deneyimlemek, ondan keyif almak mutluluğunun önüne geçmiş durumda.

11 Ocak 2018

Gereksindiğim şey bir bakış açısı. Derinlik yanılsaması, bir çerçevenin yaratacağı, düz bir yüzeyde biçimlerin düzenlenişi. Bakış açısı gereklidir. Yoksa sadece iki boyutla kalırsınız. Yoksa yüzünüz bir duvara bastırılmış yaşarsınız, her şey devasa bir ön plan oluverir, ayrıntılar, yakın planlar, saçlar, çarşafın dokuması, yüzün molekülleri. Deriniz bir harita gibi, bir boşunalık diyagramı, hiçbir yere varmayan ince yollarla çaprazlanmış. Yoksa o anın içinde yaşarsınız. Bu da olmak istediğim yer değil.

08 Ocak 2018

Nazım Hikmet diyor ki; 
Bir gün çok bunalırsan denizin dibinde 
Yosunlara takılmış gibi soluksuz 
Sakın unutma gökyüzüne bakmayı 
Gökyüzü senindir, 
Gökyüzü herkesindir.

06 Ocak 2018

"Hızır gelip de bir kez daha ömrümün bir bölümünü yaşama fırsatını verse ben ilk yılları seçerim. Patlak ayakkabılarım, yarı aç midem, üşüten giysilerimle Cumhuriyet’in ilk yıllarını... Çünkü saygın bir ülkenin onurlu vatandaşlarıydık..." 

Aydın Boysan


04 Ocak 2018

"Bir defa kendimizi düşünsek tüm doğruları, bütün mecburiyetleri terk etsek. Bıraksak kendimizi"


03 Ocak 2018

Mutlu olanların hepsi uyuyor şimdi. Mutsuz olanlara selam olsun.