21 Aralık 2018


Kız ya da erkek doğmanın bir şans olup olmadığını hiç düşünmemiştim. Bu soruyu babama sordum. Bana uzun bir konferans çekti. Özet olarak dedikleri şu: İnsan ancak kadın ve erkek olarak bütünlenir.
-Peki baba, kadın olmak ister miydin? diye sordum.
Birden sesini yükseltti:
-Ne münasebet? dedi
Sanki böyle bir ihtimal varmış gibi soruma sinirlendi.
Oysa aynı soruyu anneme sorduğum zaman, annem içini çekti:
-Erkek olsaydım! dedi.

Aziz Nesin

13 Aralık 2018

Doğa insanlara, hayvanlara iyi bir gelecek, duygu ve davranışların resmini sergiler. Bu resmin içinde kendinizi bulduğunuz anda hem huzuru bulacak hemde çıkarsız bir hayat kurallarıyla bu düzene eşlik edeceksiniz.  Doğanın gücünü hafife alamayız. Onun istekleri kadar dünya. 
“Başkalarının bakış açısını kendinize dert etmenize gerek kalmadı. Bir kez başkalarının söylediklerinin ya da yaptıklarının sizinle ilgisi olmadığını görebildiğinizde, kimin hakkınızda dedikodu yaptığı, kimin sizi suçladığı, kimin dışladığı önemini kaybeder. Dedikodular sizi etkilemez olur. Kendi görüşünüzü savunmaya zahmet bile etmezsiniz. İnsanların sözleri sizi etkilemez çünkü onların görüşleri ve duygusal zehirlerine bağışıklığınız vardır.”

03 Aralık 2018

Gürültü, patırtının ortasında sükûnetle dolaş; gürültüde sessizliğin içinde huzur 
bulunduğunu unutma. Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe,
Kendini yitirmeden herkesle dost olmaya çalış.
Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık unutmak olsun.
Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim olma, içten ol; telaşsız, kısa ve açık 
seçik konuş. Başkalarına da kulak ver. Aptal ve cahil oldukları zaman bile 
dinle onları; çünkü dünyada herkesin anlatacak bir öyküsü vardır.
Yalnız planların değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle, çabanla ne 
kadar küçük olursa olsun ilgilen; hayattaki dayanağın odur. Seveceğin bir iş 
seçersen, yaşamında bir an bile çalışmış ve yorulmuş olmazsın. İşini öyle sev ki, 
başarıların, bedenini ve yüreğini güçlendirirken verdiklerinle de yepyeni 
hayatlar başlatmış olacaksın.
Sadece seviyendekilerle olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol.
Sevmediğin zaman bile sever gibi yapmakla kazanırsın. 
Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme. İnsanları yargılarsan onları sevmeye 
zamanın kalmaz. Ve unutma ki, insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri, sonsuz 
uzunlukta bir kumsaldaki tek bir kum taneciğinden daha fazla değildir.
Gerçek aşka burun kıvırma sakın; onu küçümsersen sen de besinsiz kalırsın, 
küçülürsün. O yoğun sevgi çöl ortasındaki yemyeşil bir bahçe gibidir.
O bahçeye layık bir bahçıvan olabilmek için her bitkinin sürekli bakıma 
ihtiyacı olduğunu unutma.
Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et.
İlkinin acısı bir an, ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer.
Savaşmadan teslim olma.
Bazı idealler o kadar değerlidir ki, o yolda mağlup olman bile zafer sayılır.
Bu dünyada bırakabileceğin en iyi miras ardında duracağın dürüst bilgidir.
Yılların geçmesine öfkelenme; gençliğine yakışan şeyleri gülümseyerek teslim 
et geçmişe. Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini engellemesine izin 
verme.
Rüzgârın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla. 
Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip 
getiremediğinle ilgilenir.
Arasıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkânsızdır.
Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içinde ol.
Hatırlar mısın? Doğduğun zamanları; Sen ağlarken herkes sevinçle 
gülüşüyordu. Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde, sen 
mutlulukla gülümse.
Sabırlı, sevecen, erdemli ve olumlu ol.
Eninde sonunda bütün servetin sensin. Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve 
kalleşliğine rağmen dünya yine de insanoğlunun biricik güzel mekânıdır.

Xsentus
Yaşamda zaman zaman aldanmış olmaktan utanmamalısınız, hatta diyebilirim ki insanlara ve olaylara başlangıçta iyimserlikle yanaşmayı engelleyen eleştirici, kuşkulu bakışların henüz kişiliğinizin bir parçası olmaması büyük bir şans.

01 Aralık 2018

İşte evimiz, aydınlığa çıkıyoruz. 
Yolumuzun bittiği bir akşam korusunda 
Artık her şey uzanmaktır sevgi nerde 
Hadi uzan biz ölelim 
Hadi uzan

26 Kasım 2018

5 Kasım 1960’ta Dominik Cumhuriyeti’nde, ülkede 30 yıldır iktidarda olan diktatör Rafael Trujillo’ya boyun eğmeyen üç kız kardeş iktidarın emriyle öldürüldü. Patria Mirabal, Minerva Mirabal ve Maria Teresa Mirabal, Trujillo onları sonsuza kadar susturma kararı alana kadar çeşitli yollarla direnmeye devam ettiler. Defalarca tutuklanan Minerva ve Maria Teresa’nın uzak bir hapishaneye özellikle nakledildikleri eşlerini ziyaret etmeye giden üç kadın, dönüş yolunda ıssız bir yerde şoförleri ile birlikte saldırıya uğradı, öldürüldü ve olaya kaza süsü vermek üzere bedenleri arabalarına tekrar konduktan sonra uçurumdan aşağıya atıldı.

Trujillo, Latin Amerika ülkelerinden elini hiç çekmeyen ABD’nin desteğini uzun süre arkasına almıştı. En büyük görevi, dünya üzerinde ve Latin Amerika’da esen sosyalist devrim rüzgarının ülkeye girmesini engellemek ve Amerikan sermayesi ile iyi geçinmekti. 31 yıllık iktidarında 500 binden fazla insanı gizli polisi aracılığıyla öldüren ve birçok kişiyi işkencelere maruz bırakan Trujillo, dönemin tanıklarına göre ülkenin kadınlarına “sahip olduğunu” düşünüyordu. Emir verdiği halde yanına istediği kadınların gönderilmemesi demek, ailelerinin devlet başkanına itaat etmemekten ceza alması demekti.



Batista diktatörlüğünü alaşağı eden ve sosyalist devrimini gerçekleştiren Küba örneği, Dominik Cumhuriyeti’nde de artık boyun eğmemeye kararlı bir grup insanı biraz daha harekete geçirdi. Trujillo’yu devirmek için denizden adaya inen 50 devrimcinin öldürülmesinin ardından, öldürüldükleri tarih olan 14 Haziran, ülke içerisindeki muhalif grubun yeraltı örgütünün adı oldu. 14 Haziran hareketi içerisinde Las Mariposas (Kelebekler) kod adını alan ve hala bu isimle hatırlanan 3 kız kardeşin ölümü, direnişi söndürmek yerine daha da güçlendirdi.

1981 yılında Latin Amerika'daki kadın aktivistler, faşist diktatörlere karşı yaptıkları bir mücadele ilanı olarak Mirabal kardeşlerin öldürüldüğü gün olan 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak belirlediler; 1999’da ise Birleşmiş Milletler, 25 Kasım’ı "Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü" olarak kabul etti.

Bugün kadına şiddet sistematik ve yaygın biçimde devam ediyor. Kadınlar öldürülüyor, fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalıyor. Ancak ortadan kaldırılması için mücadele vereceğimiz şiddet, yalnızca evde ve sokakta koca ya da sevgili tarafından uygulanan değil, aynı zamanda gazetelerde ve televizyonlarda pekiştirilen kadın düşmanlığı ile iş yerinde patron tarafından da uygulanan şiddet. Kadınların, eğer çalışabilirlerse, düşük ücretlerle ve kayıt dışı çalıştırılmaları, haklarını aradıklarında da “evlerine gönderilecek” ilk grup olmaları gerçeği, bu durumu kullanan sömürü düzenine karşı durarak değişecek. Bundan 58 yıl önce, okyanus ötesinde Mirabal kardeşlerin yazdığı tarih, bugünün kadınlarının ekonomik, fiziksel ve psikolojik her türlü şiddete ve şiddeti besleyen sömürü düzenine karşı dimdik durabilmeleri için bir zemin oluşturacak.

25 Kasım 2018

Özgürlüğümüz sadece yaşadığımız sınırlar kadar. Kimi için bir köy evi, kimi için 90m2 yalın bir daire, kimi için ise dünyayı karışlamak.
Sınırlarını genişletmek istediğinde bir karşılık bekliyor dünya senden. Her coğrafyaya ait bir kimlik, bir dil, bir miktar para. Bu saydıklarımdan para olunca diğerlerinin zemini zaten kendiliğinden oluşuveriyor. Dolayısıyla parası olanlar şanslı.
Bir de parasına zaman ve enerji ekleyenler var. Onlar ise Dünyanın sahibi.

22 Kasım 2018

Zihnimden geçen kelimeleri başı boş bıraktığım da, ipini salmış bir kısrak gibi nereye gideceğimi bilmeden şaşkınca izliyorum kendimi.
Kelimeler, sayılar ve buna eşlik eden hayatlar silsilesi. Anlam yüklemek çok ağır geliyor.. 
Hafifletici yüklemlerin verdiği yetkiye dayanarak yaşamak istiyordum artık. Zamansız ve telaşsız.

16 Kasım 2018

“Son araştırmalar, yaşamda uğruna mücadele etmeye değer bazı şeylerin önemli olduğuna işaret ediyor: Hayatta size kalıcı mutluluğu sağlayacak yaşam koşulları mevcuttur. Bu koşullardan biri başkaları ile kurduğumuz ve kurma ihtiyacı duyduğumuz bağlar olan ilişkililiktir. Sevginin nereden geldiğini, tutkulu aşkın neden bir zaman sonra söndüğünü ve hangi aşkın “gerçek” aşk olduğunu gösteren araştırmalar sunacağım. Buda ve Stoikler tarafından sunulan mutluluk varsayımının değiştirilmesi gerektiğini önereceğim: Mutluluk hem içeriden hem de dışarıdan gelir. Dengeyi doğru tutturmak için hem kadim bilgeliğin hem de modern bilimin rehberliğine ihtiyaç duyarız."

08 Kasım 2018

“Söz” ile “sihir” başlangıçta aynı şeylerdi. Kelimelerin sihirli güçleri vardır.
Hatta kelimeler bugün bile bu sihirli güçlerinin önemli bir kısmını korumaktadır. Mesela, çok büyük bir mutluluğa sebep olabildikleri gibi, derin bir üzüntüye de yol açabilirler. Kelimeler, insanoğlunun en güçlü duygularını uyandırabilecek ve her türlü eylemi gerçekleştirmesini sağlayabilecek bir güce sahiptir. Kısacası, kelimelerin insanlar üzerinde yaptırım gücü vardır. Daha doğrusu, kelimeler insanları etkilemenin evrensel yoludur.
“An” asla bir şeyi veremez: Anlamı. Mutluluğun ve anlamın yolları aynı değildir.
Mutluluğu bulmak için, kişinin sadece anda yaşaması gerekir; sadece an için yaşamaya ihtiyaç duyar. Ama eğer anlam istiyorsa – hayallerinin, sırlarının, hayatının anlamı – kişi ne kadar karanlık olursa olsun geçmişte, ne kadar belirsiz olursa olsun gelecek için yaşamalıdır. Böylece doğa mutluluk ve anlamı bizim için karıştırır ve bizden aralarında bir seçim yapmamızı bekler.
İnsanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi ve kronik şüpheci olmayı öğrenir. Bu gerçekleştiğinde artık ne yazık ki çok geçtir. İnsanların “tecrübe” dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kesmiş bir insana “tecrübeli” denir.

06 Kasım 2018

Sevdiğiniz insanların burcunu, parfümünü biliyorsunuz ama korkularından, hayal kırıklıklarından haberiniz yok.
Kendime ait küçük bölmem de otururken dünyanın yaydığı bütün zehirler geçiyor ellerimin arasından. Tırnaklarım bile kirlenmiyor. Kusursuz bir bağışıklık. Bir laboratuvar teknisyeninden bile daha iyi durumum, çünkü kötü kokular yok burada, yanık kurşun kokusu dışarıda. Dünya havaya uçabilir, ben yine de virgül ya da noktalı virgül koymak için bölmem de olacağım.

23 Ekim 2018

Kalabalık kuytularda boğulur çığlıklarım
Kuru bir teselli bulurum ben kendi halime
Vazgeçilmez tutkularda kaybolur yaşadıklarım
Dağılıp giden bir sis halinde

18 Ekim 2018

“Her şeyi kendim için çekiyorum. Sonra da onlarla ilgili birtakım adamlar ‘sanattır, değildir’ diye konuşuyor…”

Ermeni asıllı bir Türk olan Ara Güler, 1928 yılında Beyoğlu’nda dünyaya geliyor. 1951 yılında Getronagan Ermeni Lisesi’nden mezun olduktan sonra Muhsin Ertuğrul’un yanında tiyatro ve oyunculuk eğitimi alıyor. 1950’de Yeni İstanbul gazetesinde çalışmaya başlıyor. Tam da o zamanlarda fotoğrafçı olmaya karar veriyor. Sonrasında ödüller, ödüller, ödüller… Ama Ara Güler belki de en çok İstanbul fotoğrafları ile biliniyor.

11 Ekim 2018

“Dünyada kıpırdamadan durmak, her türlü oyalayıcıyı, bulanıklaştırıcıyı reddetmek kadar güç ve sıra dışı bir şey olamaz. Herkesin gelmeyeceği herkesçe bilindiği halde, beklediği şeyleri, farkında değilmiş gibi kıpırtısızca beklemesi, olanı biteni sessizce izlemesi, zamanın tüm ağırlığını ve saydamlığını her saniye tüm netliğiyle görmesi ve yine kıpırdamaması gibi. İşte yaşamın en uç noktası budur.” 

09 Ekim 2018

Ayrılık ne biliyor musun?
Ne araya yolların girmesi,
ne kapanan kapılar,
ne yıldız kayması gecede,
ne ceplerde tren tarifesi,
ne de turna katarı gökte. İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi ayrılık! İpi kopmuş boncuklar gibi yollara döktüğü gözlerini,
birer damla düş kırıklığı olarak toplaması içine.
Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken,
duvarlara dalıp dalıp gitmesi.
Türküsünü söyleyecek kimsesi kalmamak ayrılık.
Saçına rüzgar, sesine ışık düşürememek kimsenin.
Çiçekçilerden uzağa düşmesi insanın yolunun.
Güneşin bir ceza gibi doğması dünyaya.
İki adımdan biri insanın, sevincin kundakçısı,
hüznün arması ayrılık. O küçük ölüm!Usta dokunuşlarla bizi büyük ölüme hazırlayan.Ayrılık, o köpüklü öpüşlerin ardından gidip ağzını yıkadığında başlamıştı.
Ben bulutları gösterirken,
“bulmacanın beş harfli yemek sorusuna” yanıt aramanla halkalanmış,
“Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı”
türküsü tenimde düğümlenirken, odadan çıkışınla yolunu tutmuş,
Dağlarda öldürülen çocukların fotoğraflarını bir kenara itip,
“bu eteğin üstüne bu bluz yakıştı mı? ”
diye sorduğunda varacağı yere varmıştı çoktan. Şimdi anlıyor musun gidişinin neden ayrılık olmadığını,
bir yaprağın düşmesi kadar ancak, acısı ve ağırlığı olduğunu.
Bir toplama işleminin sonucunu yazmak gibi bir değer taşıdığını.
Boşluğa bir boşluk katmadığını, kar yağdırmadığını yaz ortasında.... Ne mi yapacağım bundan sonra? Ayak izlerimi silmek için sana gelen bütün yolları tersinden yürüyeceğim önce.
Şiir yazmayacağım bir süre,
Fotoğraflarını güneşe koyacağım, bir an önce sararsınlar diye.
Hediyelik eşya satan dükkanların önünden geçmeyeceğim.
Senin için biriktirdiğim yağmur suyunu, bir gül ağacının dibine dökeceğim.
Falcı kadınlara inanmayacağım artık.
Trafik polislerine adres sormayacağım,
Geleceğe ışık düşüren bir gülüşle gülmeyeceğim kimseye.... Ne yapacağımı sanıyorsun ki?Tenin tenime bu kadar sinmişken,
ömrüm azala azala önümden akarken,
gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken..
Senin korkularını, benim inceliğimi doldurup yüreğime,
bıraktığın boşluğu yonta yonta binlerce heykelini yapacağım.
Müjdeledim suyun kalbinden kendimi
avucuma sığdırdığım gövdem
asûde bir aynayla yüzleşirken
Ey gizemli vakit!.. 
bir manolya açıldı zihnimde birden
toprak eskiyen sesinden konuştu bir ağacın
-öyleyse ben bir ağaçtım eskiden-
tanrı’nın gözleri serindi
çek dedim ucundan kanımın 
aynılaşalım

30 Eylül 2018

Gereksiz ihtiyaçlardan koca bir dağ yarattık. Bir şeyler satın alıyoruz sonra çöpe atıyoruz. Aslında boşa harcadığımız şey hayatlarımız. Bir şey satın aldığımda veya aldığınızda ödemeyi para ile yapmıyoruz...Ödemeyi yaşamımızdan, para kazanmak için harcadığımız zamanla yapıyoruz.
arada ki fark şu; 
Hayatı satın alamazsınız, hayat geçip gider ve hayatı boşa harcayıp özgürlüğümüzü kaybetmek korkunç bir şey! 


Küresel ısınmadan bahsediyoruz ama doğaya saldırmaya ve çöp üretmeye devam ediyoruz. Eski ruhani tanrımızı kendi ellerimizle kurban ettik ve artık market tanrının tapınağındayız. Bana fakir denmesi yanlış, ben tutumlu bir insanım. Asıl fakirler sürekli yaşamdan talepleri olan ve elde ettikleriyle yetinmeyen insanlardır. Ben elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Bu bana istediğim yaşamı sürdürmek için yeterli zamanı veriyor. Asıl özgürlük, yaşamak için kazandığın zamandır.

Jose Mujica

“İlk ne zaman aşık oldun?”diye soruldu Neşet Ertaş’a. 13 yaşımda. Yozgattaydık, mahallenin kızıydı. Ona bir türkü havalandırdıydım” dedi.. Kızın adını söyledi. Sonra da pişman oldu: “Yazman gurban oluyum, sevda sırrınan olur.”



25 Eylül 2018

Ne söyleyim şu dünyanın haline 
dağlar ayrı ayrı, çöl ayrı ayrı, 
şu insanlar bölüşmüşler dünyayı 
Hudut ayrı ayrı yol ayrı ayrı.

20 Eylül 2018

Bir yaraya nasıl dokunulacağını bilen kadınlar hiç acıtmazlar. Bir de acıtmak için dokunanları vardır. Onlar başka.
Devinimin olduğu yerde ışık, ışığın olduğu yerde kaçınılmaz biçimde gölge vardır. Hayat ışıkla mümkünse de, hayatın anlamı gölgelerde saklı durur. Zamanın ölü doğmuş çocuklarını görürsünüz karaltıların içinde. Sözcükler, suskunluklar, şarkılar, ağıtlar, yeminler, ihanetler, kahkahalar, gözyaşları, sevinçler, hayal kırıklıkları ve yüzler...
En çok da yüzler. Neden söz ettiğimi biliyorsunuz. Bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikayeler biter. Birinin yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç, bütün çocuklar büyür. 
Gölgesini kaybeden insan, gölgenin kendisine dönüşür.

19 Eylül 2018

Yaşamak birer birer ve hep beraber
İpekli bir kumaş dokur gibi
Hep bir ağızdan sevinçli bir destan okur gibi
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.

12 Eylül 2018

İşte sonbahar gelmişti 
Sanırım o eylül günlerinde 
Çocukluğum gitti 
Büyümeye başladım


04 Eylül 2018

İnsan kendini özgür hissettiği anda bir yere ait olmama hissi başlıyor. Yaşadığınız yerin duvarları üstünüze geldiğinde bir kaçış rotası oluşturmaya, arayış içerisine girmeye başlıyorsunuz.
Elbetteki yerin önemi var. Her coğrafyanın insanın ruhu üzerinde bir çok olumlu veya olumsuz etkisi var. Doğru coğrafyayı bulmak için ise enerji, bir miktar para ve biraz da  cesarete ihtiyacınız var. Aksi durumda kabuğunuzdan hiç çıkmadan rutin saçma dünyanın getirdikleriyle yetinmeyi bilmelisiniz.
Unutmadan iyi bir ayakkabı da almak, kat edeceğiniz her km için çok değerli. Zira uzun yollar yürürken bir yandan keyif alıp bir yandan acı çekmek yersiz bir tutku.

03 Eylül 2018

Aşık olacak gibisin, gözlerinde atıyor kalbin 
Ve bir eylül akşamında yaprak çıtırtılarıyla yürüyorsun 
Yürüyorsun, yürüyorsun 
yeniden gel, ben oradayım
uzun zaman oldu
bekliyorum, seni bekliyorum
seni yeniden görmek için
gel, bir gün gel
beni aynı yerde bul
beni öp, göreceksin
her şey eskisi gibi olacak

29 Ağustos 2018

"Gövde, ey yaratık, evet, tanışıyoruz, sen ve ben!
Seninle buluşmak için koştum belki de
şimşek yüklü bir bulut gibi
Ah bu bir anlık ışık, bu infilak
felaketten sonra gelen bu büyük sessizlik"
Atatürk'ün hayatındaki en zoru günü 26 Ağustos 1922'dir çünkü bu tarih Türklerin Anadolu'daki son bağımsız günü olabilirdi. Atatürk de bunun bilincindeydi. Devlet 1911'den beri tam 11 yıldır savaştadır. Tükenmek üzeredir. Atımlık tek barutu kalmıştır. Atatürk 1921'de Sakarya Savaşı'nı kazandı fakat ordunun önemli bir kısmı firar etti. Üstelik mevcut subayların çoğu şehit oldu. Yunan ordusu ise Ankara önlerinden çekilip Afyon-Eskişehir eksenine İngiliz destekli "muazzam" bir savunma hattı kurmuştu.
İngilizler bu savunma hattı için "Türkler 6 ayda geçerse 6 günde geçmiş sayabilirler" diyordu. Savunma hattı o kadar sağlamdı. Atatürk de bunun bilincindeydi. Uzun süre vuruşamazlardı. Savaş uzarsa cephane, erzak, para vs yetmezdi. Batı Anadolu Yunan toprağı olurdu.
Bu nedenle düşmanı tek vuruşla imha etmek ve Anadolu'dan atmak gerekiyordu. Atatürk bu iş için riskli bir plan oluşturdu. Ya büyük bir bozgun ya da büyük bir zafer olacaktı. Bu planı sadece üç Mustafa biliyordu: 

Mustafa Kemal,
Mustafa İsmet,
Mustafa Fevzi..
Yunan ordusu Ertuğrul Bey, Osman Bey, Orhan Gazi gibi tarihi şahsiyetlerin mezarlarını çiğniyor, üç Osmanlı başkentinde Türkleri aşağılıyordu. Meclis savaşmak için Atatürk'e baskı yapıyor fakat 27 Temmuz'da futbol maçı düzenliyor, Ağustos ortalarında Çay partisi veriyordu.Türk'ün savaşı hileli olur. Attila'dan Kılıçarslan'a, Selçuk Bey'den Fatih'e, Timur'a ve Mustafa Kemal'e... Türk tarihi savaşta hileyi sanatçı gibi kullanan mareşallerle doluydu.

Futbol maçı ve çay partisi işin hilesiydi. Mustafa Kemal savaşın son hazırlıklarını yapıyordu.
Meclis'te Atatürk öyle eleştiriliyordu ki... Bu eleştirileri duyan Yunan ordusu, Türklerin içine düştüğü durumdan keyif alıyor, rahat bir şekilde olan biteni izliyordu. Atatürk'ün istediği de buydu. O, muhaliflerini de hilenin bir parçası haline getirmişti.
Savaştan birkaç gün önce, Çay partisi verildiği esnada hızlıca Konya'ya geçti. Telgraf ve posta teşkilatı basıldı. Kontrol altına alındı. Geldiğini duyurmak mümkün değildi. Oradan cepheye geçti. Savaş planı masaya kondu. Paşalardan itiraz eden oldu.Harbiye'nin eski stratejisti Yakup Şevki Paşa itiraz etti. Paşa'ya göre bu delilikti. Kaybetme riski yüksekti. Başarısızlık halinde Ankara düşer, Milli Mücadele kaybeder, Anadolu tamamen işgal edilirdi. Plana göre cephanenin ikmali mümkün olmayacaktı. Yani kurşun biterse işimiz kılıçlara kalacaktı. Makineli tüfeğe karşı kılıç... Yakup Paşa buna onay veremiyordu. Haksız sayılmazdı.

Atatürk "İkmali düşmandan yaparız" demişti. Yani düşman ele geçmezse imha riski olacaktı.Tartışma uzayınca Atatürk "Uğraşa uğraşa, ancak 1 yılda düşmanla az çok denk bir hale gelebildik. Bir daha bu gücü yaratamayız. Bu sefer kesin sonuç almak, savaşı bitirmek zorundayız. Bunun için de, tehlikesine rağmen, bu planın uygulanmasından başka çare göremiyorum" dedi.Yakup Paşa "Bu planla kaybedersek bize vatan haini derler. Bu meclis bizi asar" diye itirazını sürdürünce Atatürk net konuştu: 

"Korkmayın paşam. Sorumluluk bana aittir. Kaybedersek beni hemen asarsınız!"  Peki ne yapılacaktı? Plan neydi? Esasen Yakup Paşa haklıydı. Atatürk'ün planı ters cepheydi. Taarruzdan bir gece önce ordunun neredeyse tamamı mevzileri terk ederek yer değiştirecekti. Bu durum fark edilirse koca ordu hareketli halde yakalanır ve bir gecede imha olabilirdi.
Taarruzdan bir gece önce, 25 Ağustos günü, hava karardıktan sonra ordu harekete geçti. Cepheyi terk ederek, Şuhut dağları arasından, bir patika vasıtasıyla Yunan hattının güneyine sızdı. Kimse fark etmedi.Koca milletin kaderini değiştirecek ordu, koca toplar, silahlar, onca yük... Sessiz sedasız şekilde varması gereken yere vardı. Sabahın ilk ışıklarından biraz önce bombardıman başlayacaktı. Dakikalar geçmek bilmiyordu.Tan ağarmaya başladığında İsmet Paşa bombardımanı başlatacaktı. Fakat hiç hesapta olmayan bir şey oldu. Etrafı sis bastı. Toplar kör olmuştu. Bu şekilde bombardıman başlamazdı. Herkes şaşkındı.Hava gittikçe aydınlanmaya ve fark edilme riski yükselmeye başlamıştı. Sis dağılmıyordu. Mustafa Kemal tepedeki karargahından çıktı. Canı çok sıkılmıştı. sis dağılmıyordu. Yapacağı hiç bir şey yoktu.
Oldukça stresli görünüyordu. Vakit akıp gidiyordu. Bir ara yerinden ayrıldı. Bölgedeki kayalıkların bulunduğu yere gitti. Yalnız başına kayaların arasına girdi. Etraftakiler şaşkındı. Kayalıktan çıkıp yürüdüğü esnada ekipten biri makinesini aldı ve o tarihi anı fotoğrafladı.
Havanın iyice aydınlanmaya başladığı saniyelerde sis bir anda dağılmaya başladı. Düşman mevzileri görünür hale geliyordu. Vakti gelmişti. Derhal bombardıman için İsmet Paşa'ya talimat verildi. 

26 Ağustos 1922 günü, saat 05:30'da Türk topları sessizliği bıçak gibi yırttı.
Cephane kısıtlıyıdı. Topların mevziyi yok edene dek bitmemesi gerekiyordu. Aksi halde taarruz yapılamazdı. Üstelik ordu dağlık arazide çok ters bir halde kalacaktı. 

Toplar birbirini ardına ateşlenirken, Mustafa Kemal'in stresi arttıkça artıyordu!Yaveri ve koruması Yarbay Muzaffer Kılıç onunla birilikte bombardımanı izlerken, Mustafa Kemal'in fısıldadığı cümleleri işitti: 

Ya Rabbi! Sen Türk ordusunu muzaffer et! Türklüğün ve Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme!"İsmet Paşa'nın bombardımanı bir sanat tablosu gibiydi. Yunan mevzileri tam isabet vuruluyordu. Yunan karargahı bu baskını "gerçek taarruzu gölgelemek isteyen kandırmaca" olarak algılamıştı. Asıl hamle doğudan bekleniyordu. Oysa ordu güneydeydi. Hile adım adım işliyordu.
İsmet Paşa'nın topları kısa sürede Yunan mevzilerini parçaladı. Sıra Türk askerindeydi. Tepeler birer birer sarılıp ele geçirilmeye başlandı. Bu sırada Yunan karargahı, İzmir'de bulunan Yunan başkomutana erişemiyordu. Çünkü telgraf hatları kesilmişti.Gelen haberler nedeniyle karargahın kafası karışıktı. Güneydeki baskın gerçek bir taarruz muydu yoksa şaşırtmaca mıydı karar verilemiyordu. Komutan Trikupis her ihtimale karşı birlik kaydırmaya başladığı sırada Yunan başkomutandan telgraf geldi.
Başkomutan Hagi Anesti, baskının bir şaşırtmaca olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle birlik kaydırma hamlesi durduruldu. Bu esnada Türk ordusu bölgeyi iyice ele geçirmeye başladı. Ağutos'un 29. günü Türk ordusu Yunanı Dumlupınar'da çevreledi. Düşman kurt kapanına girmişti. Türk askeri süngü hücumuna kalktığı esnada Atatürk adeta sinir boşalması yaşadı. Ateş hattına gitti. Siperlerin üzerine çıktı. "Hagi Anesti! Gel de ordularını kurtar!" diye haykırdı!
Ağustos'un 30. günü Yunan ordusu imha edildi ve kaçmaya başladı. Fakat ordunun geri çekilip mesafeyi yeniden mevzilenmemesi gerekiyordu. Bu nedenle Atatürk o tarihi emrini verdi: 

Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir! İleri!
Ağustos'un 30. günü kovalamaca başladı. İzmir'e 400 km vardı. Asker yorgundu ama emir kesindi. Önce Uşak'a girildi. Akabinde Yunan ordu komutanı Trikupis, 2 Eylül'de esir alındı. Mustafa Kemal de orduyu takip ediyordu.
Türk ordusu 400 km'lik hattı 9 günde geçerek harp tarihi açısından emsali görülmemiş bir iş yaptı. 2 Eylül'de Eskişehir'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül'de Aydın'ı, 8 Eylül'de Manisa'yı geri aldı ve 9 Eylül'de İzmir'e girdi.

Yunan'ı denize döktü!
Türk askerinden hemen sonra, 10 Eylül günü Mustafa Kemal İzmir'e girdi. Tüm Anadolu bayram ediyordu! İzmir kurtarıldıktan kısa süre sonra, bir gemi limana yanaşıyordu! Mustafa Kemal taarruzdan hemen önce Fethi Bey'i İngiltere'ye göndermiş, sorunu savaşsız çözmenin çarelerini aramakla görevlendirmiş, fakat işe yaramayınca önce Roma'ya akabinde İzmir'e geçmesini emretmişti.Fethi Bey de, "Herhalde Yunan ile yeni görüşmelere başlayacağız, zaten Yunan başkomutan da İzmir'de, o yüzden oraya gönderiyor" diye kafası karışık bir şekilde emri kabul etmişti.Fakat Mustafa Kemal Fethi Bey'i Yunan'ın Smyrna'sına değil Türk'ün İzmir'ine çağırmıştı. Fethi Bey'in gemisi limana yanaştığında, limanda Yunan değil Türk vardı. 

Atatürk İzmir'e Fethi Bey'den önce varmıştı! 35'e selam olsun!
Bir kaç gün sonra Atatürk ve diğer paşalar Kordon'daki Kosti'nin meyhanesine gider. Manzaralı masaya geçilir. Atatürk "Hagi Anesti burada rakı içti mi" diye sorar! Hayır içmediler diye cevap verilir. 
Atatürk cevap verir:
Madem rakı içmeyecekti, ne halt etmeye İzmir'e geldi!

28 Ağustos 2018

Delilik sevgilim, bir sözcük üzerine kurulmuyor, 
var olanı dürtüyor, eşeliyor, o bölgede yer ediniyor.
Bir sabah, bedenimin tüm hücrelerini ele geçirmiş bir acıyla
uyanıyorum, bundan böyle, nereye baktığı bilinmeyen 
gözlerinizle her karşılaştığımda katlanacak bir acıyla. 
Onu sürükleyeceğim. Sürükleyeceğim ki, açığa çıkarılamayacak,
tanımlanabilir gün ve gecelere mal-edilemeyecek bir aşk

27 Ağustos 2018

Koyun gibisin kardeşim, 
gocuklu celep kaldırınca sopasını 
sürüye katılıverirsin hemen 
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. 
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, 
hani şu derya içre olup 
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf. 
Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. 
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer 
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, 
demeğe de dilim varmıyor ama
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim! 

25 Ağustos 2018

"Ben neye sevdalıyım böyle, bilmem
Binlerce yıldız kayıyor kanımda.
şöyle dolaşmak, yıllarca, yüzyıllarca
Hür, yayan yıpıldak vatanımda.."

03 Ağustos 2018

“Bugün cumaymış, yarın cumartesiymiş, çoğum gitmiş de azım kalmış, umurumda değil.”

02 Ağustos 2018

“Belirsizlik, kesinlikten çok daha kötüdür; kısa süreli olan büyük bir korku, belirsiz fakat hiç bitmeyen bir korkudan daha az zahmet verir.”

31 Temmuz 2018

Bazı zamanlar yazacaklarımı bir yere hızlıca not almak istiyorum. Zira tekrar hatırlamaya çalıştığımda kurduğum kısa zincir aklıma gelmiyor. Umarım Alzaymır başlangıcı olmuyorumdur.
"...ama er geç, ben de unutacağım, değil mi? Bütün hatıralarım silinip gidecek. Peki ben ne olacağım? Telefon numaraları bir şey değil de. Benim şahsiyetim ne olacak?

26 Temmuz 2018

Yanmış bir orman alanının canlandırılması 10 yıl, yeniden ormanlaşması 50 yıl alıyor. Yanmış, körleşmiş bir vicdanın ıslahı ise imkânsız. Vicdansızlık kendini sokan bir akreptir.


20 Temmuz 2018

Yazmak için yazmak da bir saçmalık. Huzuru nerede, kiminle ne ile bulabileceğini aramak gibi... Benliğini aramak, yalnız kalmak...
Bu arayış bile insanı yormaya yetiyor, kimi Ege'de mavi-yeşil bir huzurla, kimi Ağrı'da zirve de, en tepede.
Ya sen? Ya ben?
Bir yerler var, bıkkın ruhuma iyi gelecek biliyorum. Zira bir 33 yıl daha çekilir değil bu tatsız sabahlar.
Kaygılarımızın bittiği gün mutlu olacağız. 
“İnsan yer yatağından kolunu uzattı mı hemen halıyla karşılaşır albayım. Sabahları kimseyi uyandırmadan, sessizce yola koyulurdum; gezici din adamları gibi. Yalnızlığın dinini yayıyordum. Ben Tanrı misafiriyim, kendisinin çok selamı var sizlere.” 

19 Temmuz 2018

"Ben fakir değil; tutumlu bir insanım. Asıl fakirler sürekli hayattan talepleri olan ve elde ettikleriyle yetinmeyenlerdir. Ben hafif bir bavulla dolaşıyorum. Bu bana istediğim hayat için yeterli zamanı veriyor. Asıl özgürlük yaşamak için kazandığın zamandır"

18 Temmuz 2018

Kapı ne kadar dar olsa da 
Cezalarım ne kadar ağır olsa da, 
Hayatımın efendisi de benim ruhumun kaptanı da!

Mandela

16 Temmuz 2018

Durmadan avuçlarım terliyor,
İnildiyor ardımdan
Girdiğim çıktığım kapılar.
Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.
Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem
Evde yoklar.

10 Temmuz 2018


Vurulmuşum
Düşüm gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam Kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz yargısız...
Zaman sağır hakim 
Aşk kör yazar
Vefa lal müzisyen olduğu bu zamanlarda
Acılar ile harmanlanmış haritalarda
Zulum yutup nefret kusmuş bu yollarda
Samimiyetsiz odalar ve sevdasız ocaklarda 
İnsan insanın halinden ne kadar anlar
Bu dünyada herkes vefa eksikliğinden ölecek yaşta 
Vefanın unutulduğu bu çağda 
İnsan insanın halinden ne kadar anlar
Sevsek
Gözlesek
Özlesek
Ağlasak 
Verdiğimiz tüm emeklere hayıflansak
Sussak konuşsak ve tekrar sussak
Sevsek sonra yine
Gönlümüze her geleni baş üstünde ağırlasak 
Ve her sorduklarında iyiyim diye yanıtlasak
Bizim halimizden kim anlar
Nasıl anlar haldaş
Her şeyi bırak bir kenara ve söyle bana
İnsan insanın halinden ne kadar anlar haldaş..
“Psikanalizin bir bilim olup olmadığının söylenmediği bugünlerde, bir sanat olduğunun söylenmesi belki de şaşırtıcı değildir. Bir konuşma tedavisi olarak, kullandığı araç çoğunlukla dil olduğu için de, benzerliğinin en açık olduğu sanatlar edebi sanatlardır. Güven veren analojiler kurmaya yönelik telaşlı çabalar konusunda edebiyat, bilimin ardından en ümit verici alandır.”

09 Temmuz 2018

“Yollar kesilmiş alanlar sarılmış
Tel örgüler çevirmiş yöreni
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende
Benden geçti mi demek istiyorsun
Aç iki kolunu iki yanına
Korkuluk ol”

02 Temmuz 2018

Vicdan denen şey bağırsak gibidir. Sen uyurken de çalışır. Köreltsen de insaniyetini; işlediğin o korkunç cinayet, çıktığın idam sehpasıdır. Sımsıkı düğüm olur boynunda, kurbanının yağlı urgan gibi elleri. Kimse katil olduğunu bilmese de, her gece kendin asarsın kabuslarında kendini. Bağırsak vicdan gibidir. Derdin boşaltmaksa içini, kendin çekersin ipini. İnsan dener ve yanılır.

29 Haziran 2018

Beklemiş sözler. Bekletilmiş sözler
Öksüz kalır kaçınılmazdır.
Ya da yanlış yerlerde, yanlış kişilere kullanılır
Nasıl saptanır bir ömürde bir dilin kırıldığı yer?

26 Haziran 2018

dönersen ıslık çalarsın
yol uzun, su karanlık
otur bir çardak altına
bırak biraz yağmur yağsın
16 yıldan geriye kalanlar, 

Koyduk mu?
AKP'li bir arkadaş sormuş;
Koyduk mu demiş. EVET koydunuz tebrk ederiz. Gerçekten bizim için acı oldu.
Anlamadığımız şu, niye bu kadar sevindiniz ilk defa koymuyorsunuz ki, 16 yıldır sürekli koyuyorsunuz.
Masumları kumpasla hapse koydunuz,
Genel kurmay başkanını kumpasla kodese koydunuz,
Feto'yu adam yerine koydunuz.
Halkı asgariye köle edip, paraları cebinize koydunuz,
Çözüm sürecini bir fırına bir buzdolabına koydunuz,
Medya'ya el koydunuz,
Paket paket makarnalarla paket paket açılımlar koydunuz,
Torba Torba kömürlerle torba torba yasalar koydunuz,
Çalıntı sorularla üniversiteye akademilere Harp okullarına teröristleri, gerici yobazları, yandaşları koydunuz,
Suriyelileri sınavsız kamulara, Türkiye Cumhuriyeti'nin çocuklarını sokakta koydunuz,
Bakan vekil çocuklarına askerlik yaptırmayıp, gariban çocuklarını tabutlara koydunuz,
Yetmedi Adaletin, Ekonominin, Eğitimin, Hayallerin, Ormanların, Tarihin, Sanatın, Estetiğin, Devletin, Milletin a... koydunuz.
Bir Tek şeye koymadınız; Elinizi Vicdanınıza..

B. Atay
Edit 2018 Haziran


19 Haziran 2018

“Ayrılışlar yürek paralayıcı olabilir ama dönüşler kesinlikle çok daha perişan edicidir. Karşınızda gördüğünüz canlı beden, yokluğunda yansıttığı parlak gölgenin yerini asla tutamaz. Zaman ve mesafe keskin hatları bulanıklaştırır, sonra birdenbire sevdiğiniz geri döner, acımasız ışığıyla öğlen olur, ve her bir leke, her bir gözenek, kırışıklık, kıl, tüy bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar.”
Ve sonra o deniz feneri, tabloya son anda giren ağaç, yıllar sonra hayatımıza yerleştirebildiğimiz roman sahneleri. Yerini geç bulan ayrıntılar, ertelenmekten tavsamış umutlar, artık bizim olmayan pek çok yanımız.

04 Haziran 2018


Çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
ağzı acıbadem kokuyor yaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak bulutlara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım

31 Mayıs 2018

Neden birini çok sevmek, aynı zamanda o insanı derinden yaralamakla aynı olsun ki? Yani eğer öyleyse, birini çok sevmenin ne anlamı var ki?

24 Mayıs 2018

Kesik Çizgiler
Mutlu olmak için bir çok kaynağa ihtiyaç vardır. Bazen para, bazen sevgi bazen de iyi insanlar ile bir yaşam kurmak gibi.
Bu üç kaynağa sahipseniz gerçekten maddi manevi zenginsinizdir. Fakat bu üçgenin bir parçası eksik olduğunda ya yukarı doğru ivmelenen bir çizginiz olur yada aşağı inen. Hatta magmaya kadar inen bir dikme.
Bu iki çizgi arasında kalan boşluğu bir insanla doldurduğunuz zaman, işte hayat size o zaman bir denge şansı vermiş olur. Bu dengeyi korumamanın adına ise hayat mücadelesi adı veriliyor. Kendinizde eksik olan çizgileri karşı tarafın üçgenini kullanarak karşılıyorsunuz. Bu denkleme ortak payda buluşma da denebilir.
İşler ise her zaman bu şekilde denk gitmeyebilir. Zira çizgisinden çıkan kişi, size artık kesik çizgiler atmaya başladığında hayatınızın üçgeni yalnız bir balona dönüşür. Ve balon tehlikeli hava boşluğu taşımaya başlar.
Birbirinden bağımsız her canlının ortak nokta aramasıyla başlar boşluk doldurmalar. Ne zaman ki dolan boşluklar gaz kaçırmaya başladı, acil bir emniyet supabı bulunuz. Eksilen hayat, eksilen zamanı tekrar yerine koymak neredeyse mümkün olmayabilir.

Kızıl Kraliçe’nin yanı başında koşmakta olan Alice, hiç ilerlemediklerini fark edince şaşkınlığa düşer. “Bizim ülkemizde” dedi Alice, hâlâ biraz nefes nefese, “şimdi yaptığımız gibi uzun süre çok hızlı biçimde koşarsanız genellikle başka bir yere varırsınız.” “Yavaş bir ülkeymiş sizinkisi!” dedi Kraliçe. “Ama işte burada, aynı yerde kalabilmek için koşa bildiğiniz kadar koşmanız gerekir.”

22 Mayıs 2018

Eşin dostun yaşıyor bak bahçelerde
Sen çıplak bir doruğun üzerindesin
Tam rüzgârın engini sardığı yerde

Yekpare bir mavilik üstünden akar
Altında köklerini sıkan toprak var
Dertleşir durursun gölgenle

Bazan öyle yakın geçer ki kayan yıldızlar
Halini soruverecekler sanırsın
Dağılır üstündeki yeşil sükût
Ümitle kımıldanırsın

Bakma sana bir ad verdiklerine
Yerle gök arasında bir karaltısın
Ve bütün dünya seni unutmuş
Sanki kim bilecek yaşadığını
Gelmese dallarına birkaç fakir kuş

Ne de dolmaz çilen varmış
İlk defa kırağı yaktı canını
Aşkı sonra bulutların
Rüzgârın cilvesi değil miydi
Döken yapraklarını

Durmuşsun kırların bir ucuna
Ah senin halin köylü hali
Yaşarsın kıraç toprakta
Servi-simin misali
Acıyan yerlerini öpecek biri varsa hayatında 
Önemli olmaz düştüğün yerler, atıldığın kuyular, 
aldığın yaralar,yalan çıkan bildiğin tüm doğrular. 
İşittiğin tüm kötü sözlerin yeri bile, çabuk iyileşir o zaman.
Nasihat etmeden, küçümsemeden dinleyen, 
anlatırken bile geçecekmiş gibi gelen, 
yuva sıcaklığında bakışlarıyla içini ısıtan, 
seni olduğun gibi kabul eden, değiştirmeye çalışmayan, 
istediği kalıplara uymasan da 
seni sevmekten vazgeçmeyen biri varsa eğer,
Korkma incinmekten.
Bırak sıyrıklar olsun dizlerinde,
Öper ve geçer…

03 Mayıs 2018

Hayali düzen dışında bir yol mümkün değil. Etrafımızdaki hapishane duvarlarını yıkıp özgürlüğe koştuğumuzda aslında daha büyük bir hapishanenin geniş bahçesine doğru koşuyoruz.

02 Mayıs 2018

Zaman geri gelmez, getirilemez. Yani geçmiş geri getirilemez. Ancak “geçmişte şimdiki zamanın geçip giden her bir anın geçici olmayan gerçekliğini bulabildiğimize göre” (Tarkovski) geçmiş ne demek oluyor ki? Geçmiş, geçip gitmiş zaman parçası değildir. Bugünün içinde durur. Yarınsa bugünden başlayan bir şeydir ve geleceğimizi içinde taşır.

Zamanın dışında anı olmaz… İnsanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla var olur. Demek ki anılarımız vicdanımız, vicdanımız da belleğimizdir. 

01 Mayıs 2018

Eğer; Hak haksızlıktan yüce, sevgi nefretten üstün, aydınlık karanlıktan güçlüyse... 
Çaresi yok usta... 
Biz kazanacağız..

Nazım Hikmet Ran


25 Nisan 2018

Sen yaşarken başkası kırılıyorsa
Bil ki onun zindanındasın
Nedir bizim bu yaşamakla alıp veremediğimiz?
Borçlu çıktıkça ikiye bölünüyor etraf
Nedir bu sevmekle alıp veremediğimiz?
Sen ben oyununda onulmaz biridir hep galibi…

"Gerçekle bir bağım varsa o da düşlerimdir. Bana güzel şeylerden bahset. N’olur!”

04 Nisan 2018

O Eski Bir Güvercindi
O eski bir güvercindi gittikçe hatırlanan,
O eski bir güvercindi, uçması da iyiydi bana kalırsa
O eski bir güvercindi, çünkü tenhaydı şehirler,
Benim saçlarıma saklanırdı, benim saçlarım çalılara;
Onu görürdüm göllere girdiğimde, bıldırcın avladığımda akşama,
Gelir ateşime sokulurdu, o eski bir güvercindi,
Başka kimsecikler de yoktu galiba.

Ülkü Tamer
Ben Sana Teşekkür Ederim
Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da
Dünyada ne kadar kuş varsa
bir fazlası senin soluğunda
bana bir ninni söyle
savurup atsın yorgunlukları
ormanın savaşını bağışla
bağışla kuytunun sessizliğini
gözlerimin arkasında çatlayan
tohumun coşkusunu anla
uçurumlardan örülmüştür çünkü
sıradağları yaratan sevda

21 Mart 2018

‘Çok sıcakmış hava. Ama hep sıcakmış zaten. Dünyanın o bölgesinde, zaten sıcak olan bir denizin ortasında soğuk olması zaten beklenmezmiş. Mustafa Musa’nın yaşadığı yerde toprağın sahibi ve o toprağın üstündeki harnup ağacının sahibi ayrı kişiler olurmuş. Eğer bir tarlanız varsa ve o tarlanın içinde bir harnup ağacınız varsa; o kendinize ait koca tarlanın ta ortasındaki o iri, o devasa harnup ağacının harnuplarını, keçiboynuzlarını toplayamazmışsınız. Çünkü toprağın sahibi olmak, toprağın üzerinde yetişen harnup ağacının sahibi olmak anlamına gelmezmiş o coğrafyada. Bunun dışında her şey bildiğimiz gibiymiş aslında. Çok üzüm olurmuş, iyi üzüm olurmuş ama o üzümden şarap olmazmış! O kadar şekerliymiş ki üzüm ancak konyağa dururmuş! O kadar şekerliymiş ki üzüm; kazayla yerseniz, kontrolsüzce, bir ay damağınızdan gitmezmiş şekerin yanığı.

Evet, aslında her şey biraz da kontrolsüzce olduğunda hep bir iz bırakır insanın damağında.

Hiç toprağı olmayan ama çok fazla harnup ağacı olan buranın sorumlusu 'Çiçek Mustafa’ diye bilinirmiş. Denizin hemen kıyısında, tepenin hemen üstünde, o tepenin hemen arkasında yayılmış küçük kasabada her evin avlusu olurmuş. Her evin avlusunda bir kuyu olurmuş. Her evin avlusunun kenarında bir limon ağacı olurmuş. Her limon agacının kenarında bir mutfak olurmuş. Mutfaktan elini uzattığında limon ağacına ulaşacak kadar yakın olurmuş mutfağın penceresi. İncir olurmuş. İnciri içinde bırakan bir kümes olurmuş. İçinde güvercinler olurmuş. Bir de bir künk olurmuş. Künkün hemen ucunda bir pres olurmuş ki zeytinin yağı çıksın. Zaten incir ve üzümün olduğu yerde medeniyet olurmuş, hep öyle olmuş. Çiçek derlermiş Mustafa Musa’ya çünkü sadece keçiboynuzları ve kendisi varmış. Ve köyün içinde her yürüdüğünde kadınlar dönüp dönüp ona bakarlarmış. Tarlada yatarmış, kendine ait olmayan tarlalarda. Kendine ait olmayan tarlalardaki kendine ait olan harnup ağaçlarının altında.

Bir köpeği varmış. Hep onunla dolaşırmış. Belinde bir ip taşırmış. Köpeğinin boynuna ip bağladıgını hiç görmemişler. Ama belinde hep bir ip görmüşler…Hava çok sıcakmış. Çok fazla konuşmazmış. Bazen onun adımlarına hep uyum sağlayan köpeğinin de konuştuğunu duyarmış. Hep ‘Zeplin, zeplin, zep-’ dermiş. Belki de köpeğin adıymış, bunu kimse bilmezmiş. Hiç, ama hiç, ama hiç takmamış onları köpek ’Zeplin’ diye çağırdıklarında. Ama Mustafa Musa ne zaman 'Zeplin’ dese köpek döner bakarmış Mustafa Musa’ya. Ona şaşırırlarmış çünkü köpek sağırmış! Mustafa Musa ve Zeplin harnup ağacının altına geldiklerinde, harnubun gölgesine serildiklerinde Mustafa Musa belindeki ipi çıkarır; önce kendi ayağına bağlar, sonra sağır köpeğin, kara sağır Zeplin’in boynuna bağlarmış. Köyde, hani yeri gelirse Mustafa Musa nerede diye sorarsa biri çocuklara ayağına köpek bağladı derlermiş. Bu biraz da yani tam olarak ‘Mustafa Musa uyuyor’ anlamına gelirmiş. Sadece uyurken bağlarmış Zeplin’i ayağına. Çünkü Çiçek Mustafa’ymış. Eğer köyün içinde yürürse bütün kadınlar döner ona bakarmış. Bir gün anlamışlar ki ne zaman Mustafa Musa ayağına kör bir köpek bağlasa aslında 'bir erkeğin canı yanmış’ demekmiş. Ağır pompacıymış Mustafa Musa. ‘Çiçek Mustafa’ demişler ona. Köyün içinde her yürüdüğünde bütün kadınlar döner ona bakarmış. Ne zaman ayağına sağır bir köpek bağlayıp bir harnubun gölgesinde uyusa bütün erkekler hızla evine koşarmış!

Bir gün vurmuşlar Mustafa Musa’yı bir harnup ağacının altında. Bir erkeği ancak masum olduğunda vurabilirsiniz. Çünkü ayağına köpek bağlamadığı bir gün, ona bakan bir kadına bakmadığı bir gün vurmuşlar Çiçek Mustafa’yı bir harnup ağacının altında.

O günden sonra o kasabada; o havası çok sıcak kasabada, o üzümünden sadece konyak olan kasabada, eğer hazırlıksız bir anda ağzınıza üzüm attıysanız şekeri bir ay boyunca boğazınızı yakan kasabada herkes, uyurken ayağına köpek bağlamaya başlamış…’

K. Çaydamlı

14 Mart 2018

"Bir, ayaklarınız altına değil, yıldızlara bakmayı unutmayın. İki, çalışmayı asla bırakmayın. Çalışmak size bir anlam ve amaç verir, bunlarsız bir hayat boştur. Üç, eğer aşkı bulacak kadar şanslıysanız, onun da olduğunu hatırlayın ve başınızdan atmayın."

Stephen Hawking

08 Mart 2018

"Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. yaşamak demek faaliyet demektir. bundan dolayı bir sosyal toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer bir organı işlemezse o sosyal toplum felçlidir."
Şuna inanmak lâzımdır ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir. 

28 Şubat 2018

"Doğru şeyden başka her şeyimiz vardı, çünkü yanlış yerdeydik."

21 Şubat 2018

İnsanların öldüğünü gördüm. Sevenlerin ayrıldığını. Her gün tekrar eden zulmü ve açlığı. Bütün bunlar bana gösterdi ki, hayatta hiçbir şey acı çeken bir insana duyacağımız empatiden önemli değildir. Hiçbir şey. Ne kariyer, ne servet, ne zeka, ne mevki. Soylu bir hayat yaşayacaksak, başkalarının acılarına kayıtsız kalamayız.



Ferhan : Ne var bu gülümseyişin altında?
Nilgün : Sen varsın.
Ferhan : Anlamadım?
Nilgün: Sen varsın dedim ya. Ya ben az önce evde oturuyordum, kendi kendime dedim ki çok şükür Ferhan var dedim. Çok şükür dedim.
Ferhan : Yani sırf bunu söylemek için mi geldin?
Nilgün : Değmez mi ?
Ferhan: Ne münasebet. Yanında başka bir mazeretin daha olsaydı, mesela manava da gidiyor olsaydın bu kadar değerli olmazdı.

20 Şubat 2018

Galiba sekiz dokuz yaşlarındaydım. Bir Orta Anadolu kasabasında büyüyordum. Babam gazozcuydu. Bir gün tüm kasaba çarşı meydanındaki kahvenin önünde toplandı. Her gün kapısının önüne gazoz bıraktığım kahvenin sahibi, yaşlı hoş sohbet amca yanında çırak olarak çalışan, benim yaşlarımda esmer yetim bir çocuğa, İhsan’a iki yıldır tecavüz ediyormuş. Çocuğun bu durumunu, kasabaya yeni tayin olmuş, nüfus müdürlüğündeki memur fark etmiş ve iş onun gayretiyle açığa çıkmış.

Kahveci, kalabalığın arasından elleri kelepçeli polis otosuna doğru giderken, akrabamız rahmetli İsmail abi söktüğü kaldırım taşını bağırarak kahveciye fırlattı. Başına yana eğmezse kafasını parçalayacak iri taş gitti kahvenin su oluğuna çarptı ve ezdi. Her sabah gazoz dağıtmak için dolaştığım çarşı içinde, çocuk kafamda hiç unutamadığım görüntülerden biridir, ezilmiş su oluğu.

Kahveci nedense bir süre sonra işinin başına döndü. Artık bu dünyada yerinin olamayacağını düşündüğüm kahveci yine çay yapıyor, dağıtıyor, oturanlara laf atıyor, şakalaşıyordu. Ona taş atan İsmail abi de hiçbir şey olmamış gibi kahvede okey oynamaya devam ediyor, arada sırada kahveciyle laflıyordu.
İhsan’ı bir daha hiç görmedim. İstanbul’a, akrabalarından bir terzinin yanına çırak olarak gittiğini söylediler. Bir daha o kahvenin önüne gazoz bırakmadım.

Orta okula gidiyordum. Sabah annemin kirkit sesleriyle uyanır, onunla birlikte güne başlar, yatağın içerisinde o günkü derslere bir kez daha bakardım. Annem sabah namazı için kalkmış, abdest almış, mırıl mırıl dualarla odada geziniyordu. Bir ara pencereye yanaştı ve dikkatlice dışarı baktı. Sabahın o ıssız sessizliğinde, belli ki annemin tanıdığı bir kadın ayağında terlikler telaşlı telaşlı bir yerlerden geliyor. Annem bir süre merak ve kaygıyla dışarıyı izledi. “bunun ne işi var bu saatte” dediğini duyar gibi oldum.

Öğleye doğru kasabanın biraz dışındaki bir üzüm bağının kenarında, bir asmanın dibinde kundağa sarılmış yeni doğmuş bir çocuk cesedi buldular. O sabahla ilgili annemle hiçbir zaman konuşmadım.

Büyüdüm! Doktor oldum. Mecburi hizmet yılları! 23 yaşında bir çocuğum. 1984 yılının puslu, soğuk bir Ankara Kasımında, Sıhhiye’de Sağlık Bakanlığı’nın kasvetli geniş salonunda heyecanla torbadan çıkacak köyün ya da kasabanın ismini bekliyordum.

Mecburi hizmet için çekilen kurada arkadaşlarımın çoğu doğu ve güneydoğudaki sağlık ocaklarına giderken benim bahtıma da Ankara yakınlarındaki bir köyün sağlık ocağı çıkmıştı.
Hayatımın en güzel, en coşkulu ve en pırıltılı yılları! Ha deyince elmayı dalından, yıldızı yerinden kopardığım, imkansızın farkında olmadığım yıllar.

Bir gün, her sabah olduğu gibi 100-150 kişilik bir hasta kalabalığı muayene odamın önünde bekleşiyordu. Bir ara, deneyimli hemşirem Mesude hanım kapıyı açarak bağırdı. “rapor için bekleyen” Onca insanın arasından orta yaşlı sakallı bir adam ve yanındaki 7-8 yaşlarında başı önünde bir çocuk. Remzi oğlu Bektaş. Kalabalığı yararak odama girdiler. Adam çocuğun babasıymış, akrabalarından biri Bektaş’a tecavüz etmiş, jandarma adamı yakalamış, Bektaş için fiili livata raporu hazırlayacakmışım. Anüs muayenesi yapmam gerekiyordu. Sağ el bileğinin iç kısmındaki soluk adliye mühürü ile başı önünde sessizce bekleyen o çocuğu hasta muayene masasına çıkartıp, diz dirsek pozisyonunda muayene etmeye çalışırken, çocuğun başını kaldırıp korkuyla yüzüme bakmasıyla içim ezilmiş, ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi bilememiştim. Onun başına gelenle benim muayene usulüm birbirine o kadar benziyordu ki. İşimiz bitti, onlar geldikleri gibi gittiler. İçimde kalan, Bektaş’ın sağ el bileğindeki mor adliye mührü.

Mecburi hizmet yılları! Her seferinde içimi sızlatan, ama bir o kadar da beni büyüten anılar. Bir başka gün de, merkeze epey uzaklıkta bir köye, kendini asarak intihar eden genç bir kadının otopsisi için gitmiştik.

Savcıyla yolda giderken hemen öğrenivermiştim bütün hikayeyi. Yeni evli genç kadının (adı Reyhan’dı.) kocası askere gidiyor. Kayınpeder tecavüz ediyor ve genç kadın hamile kalıyor. Kaynana her şeyin farkında, ama suskun. Genç kadın için bir tek çözüm kalıyor. Evin kilerindeki seren direğine asıyor kendini.
Savcının “biz gelinceye kadar hiçbir şeye dokunmayın” talimatına harfiyen uymuşlar. Kilere girdiğimde ilk gördüğüm şey, koca seren direğinde sallanan ayağı şalvarlı, çenesi bağlı küçücük genç bir kadının cesedi, yerde yuvarlanmış bir sandalye, hemen onun yanında bir bohça, içinde kefen bezi, sabun ve lif, bir entari, birkaç küçük takı. Genç kadın sanki bir yolculuğa çıkar gibi hazırlanmıştı.

Cesedin yanında bir başka şey daha sallanıyordu. Bir teker sızgıt. Yazdan hazırlanıp, kışa saklanan ve genellikle tavana iple asılarak bekletilen kavrulmuş et tekeri. Yarısı yenmiş. Yanında genç kadın. Dışarıda genç kadını yıkayacak kazanın yanında sessizce bekleşen köylüler.
Uyuyamamıştım gece lojmana döndüğümde.

Aradan 25 yıl geçti. Şimdi İstanbul’dayım. 1 Aralık tarihli gazetelerde şöyle bir haber var: “Urfa’ da berdel verilen Şahe Fidan kocasıyla kavga edip, daha fazla dayanamayarak sığındığı baba evinden geri gönderilince, 1,5 yaşındaki bebeğini sırtına bağlayıp, evin banyosunda kendini astı.” Şahe’nin yakınları “bizde evlenen kadının koca evinden ancak cesedi çıkar” demişler. Onlar haklı çıkmış yani. Şahe kızım, sana ipin ucundan başka bir çare bırakmayan ülkemde hala neler gündemde bir bilsen. 1,5 yaşındaki kara gözlü oğlun seni çıktığın yolculukta yalnız bıraktı. Artık onu hırsızların ve üç kağıtçıların saygı gördüğü, soytarıların alkışlandığı, alçakların ve hainlerin baş tacı edildiği bir ülke bekliyor. Dilerim bir gün sağ salim büyüdüğünde bir büyük kentin kara duvarlı sefil bir mahallesinde umutsuzluk ve acılar içinde kaybolmaz.

Hekimliğimin yirmi beş yılı yetmedi kendisini ipe vermekten başka çare bilmeyen kız kardeşlerimin yarasına merhem olmaya. İhsan’ın yalnızlığına derman olmaya. Bektaş’ın bileğindeki mührü silmeye. Reyhan’ı bir kez olsun dinlemeye. Yetmedi. Bundan sonra yeter mi bilmem. Dilerim ülkemi yönetenler bir gün uyanırlar bu ölüm uykusundan. Dilerim bizden sonrası için bir parça ümit kalmıştır hala!

Ercan Kesal

15 Şubat 2018

"Benim hatam, benim başarısızlığım sahip olduğum tutkularım da değil, onları kontrol etme eksikliğimdedir."

10 Şubat 2018

İskender Abi:
Şöyle oluyor yani; biri geliyor hayatına, diyorsun ki tamam yani bundan sonra artık yalnızlık yok, iki kişiyiz biz, her şeyi iki kişilik düşüneceğiz… Sonra çekip gidiyor yani. Tamam, gidiyor yani, o zaman iki idik ben şimdi tekrar bir kalacağım. Yani bir kalmam lazım, öyle olması lazım ama bir de kalamıyorum, yarım kalıyorum. Niye yarım kaldım ben? Niye şimdi benim yarımımı aldı götürdü giderken? Beni böyle yarım bıraktı diye düşünürsün.

07 Şubat 2018

“Düşünün bir kere: Yeryüzünde kaybolmuş iki insan, bir akşam, alın yazılarında yazıldığı gibi karşılaşıyorlar, kucaklaşıyorlar......kucaklaşıyorlar, büyük bir heyecan içindeler. İki insan... Kim ve ne olurlarsa olsunlar. İkisi de, kalplerinde birikmiş ne varsa, birbirlerine söylüyorlar. Ve ertesi sabah, bir başlarına, tekrar mahzun, bedbaht olacaklarını artık unutuyorlar.”

01 Şubat 2018

"Otuz beş yaşındayım. Daha hiçbir şey yaşamadım ki ortasında olayım hayatın. Ama kenarındayım o kesin. Hem de en kenarında, bizim mahalle gibi."

24 Ocak 2018

Tutuklanmak için çalmadığım kapı kalmadı, sonunda kaçma şüphesi vardır gerekçesiyle tutuklandım. Dava önce, Ceza Yasasının 141 inci maddesinden açılıyordu.  Yani, şu ünlü madde: Sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerindeki tahakkümünü kurmak amacıyla örgüt kurmak. Örgütten bol ne var ki. bul örgütünü, kur tahakkümünü...


22 Ocak 2018

Özgür olmak isterken yitip gidenlerin özlemi...
11 yaşlarında sabahın 6sında başucumda çalan bir alarm yoktu. Bir yerden bir yere yetişme telaşem yoktu. Annemin önüme koyduğu yemeği beğenmeme lüksüm vardı. Babamın verdiği bozuk paranın ettiği kadarıyla yetinmeyi bilmekti ekonomi. Tek sabırsızlığım almak istediğim oyuncağa biran evvel kavuşmaktı. Gelecek kaygım yoktu. Aile büyüklerimin doğrusu benim de doğrumdu. Saflığın sembolü de bu olsa gerek ya. İnanmak istediğim doğru bilgi güvendiklerimin avuçlarındaydı. Ta ki büyüyene kadar... Ta ki insanoğlunu sorgulayana kadar.
Ve adil olmayan bu düzene, bir canlı getirmek için oldukça karanlık bir coğrafyaydı burası. 
Güvensiz bu topraklar da güvenli bir kaç dost ve yar sevdasından kalan başka bir şey yok artık.
İşte dünden geriye kalanlar...

19 Ocak 2018


Islak odunlarla soba yakmak isterken kullandığı benzin nedeniyle evini kaybeden 83 yaşındaki Ali Meşe ve kedisi.