28 Eylül 2014

Selamlar olsun
Şerefine kalksın bütün kadehler
Selamlar olsun
Çok yaşasın yaşasın yaşasın
Hep yenilenenler

27 Eylül 2014

Uçurtmamın ipini avuçlarının arasından bıraktığında, 
Bulutlara doğru ağır ağır giden boşlukta ben olduğumu gördüm,
Üstelik yaşım hala 19..
“Söyledim miydi sana
Bir düş olduğunu onun, ödünç aldığım
İki beklenti arasında bir düş
Onunla en yakınken uzanıyorum senin yanına
Onunla iç içeyken sarılıyorum sana
Çekilince ondan özlüyorum seni
Çünkü sen
Sen benim sevmemin başlangıcısın olsa olsa.”

Edip Cansever

25 Eylül 2014

Bir Garip Neşet'im

Gözyaşı seldi dediler
Ölürken güldü dediler
Haberi geldi dediler
Neşet'im öldü dediler
Vay  dünya vay

Seni bilmeyen nesle de, yare de aşina değiliz büyük üstad.

24 Eylül 2014

Sen aydınlatırsın geceyi

Yarayla alay eder yaralanmamış olan. 
Bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden. 
Sen çok daha parlaksın çünkü… 
Sen tüm göklerdeki yıldızların ilki, 
Sen aydınlatırsın geceyi


Boşversene biz aşık olmayalım birbirimize. Konserlere gidelim, maça gidip küfür edelim, uçurtma uçuralım, kumsalda uzanıp deli gibi içelim, gece yıldızlara bakabiliriz, bisikletle gezerken yağmur yağsın sırılsıklam olalım... Benimle kek yap, balık tutalım sonra tekrar denize atalım boşver aşık olmayalım biz... Aşk korkutucu... Beraber eğlenelim en iyisi... Ama hep benimle uyu...

Can yücel

Lal'ım

İyi ol dediler, kötü nasıl olunur bilemeden iyi misin dediler. Bir kere bile gerçekten nasılsın demeden...

Tirbüşon derine girmeyi, mantar sığda kalmayı marifet sanar.
Şarap biter, mantar delik deşik, şişe kırık dökük kalır. Tirbüşona vurursun, ölmez. Vursalar ölmem diyebilmek de hiç kolay olmuyor!..
Bu ilişkinin mayasında aşk, fıtratında ayrılık vardır.
Arkadaş, böyle ayrılığa da şarap mı dayanır!


"eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş 
şimdi de var biliyorum 
bir seviniyorum düşündükçe bilseniz 
dağlarda geyikli gecelerin en güzeli... 

hiçbir şey umurumda değil diyorum 
aşktan ve umuttan başka "
bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı 
belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor"

Turgut Uyar

21 Eylül 2014

Onun Yolu

O bu yolu daha yürüyecek çok
Kalbini dolduracak kelebeklerle
Büyütecek ruhunu, öğrenecek çok
İspat edecek kendince yolunu
Ok yaydan çıkıp yeniden onu vurduğunda
Acının diri dönüp dolaşıp kalbine saplandığında
Korurum, saklarım, sararım seni hep avucumda
Zaman, mekan, mesafe yokmuş aşıklar arasında
Aşkın efendisiylemiş ilk dansı
Ayrılık perisi siler göz yaşlarını
Uzak diyar masallarına sevdası
Kendi seferi kendi rüyası

16 Eylül 2014

Şans ve Tanrı

Tanrı'ya bir gün işiniz düştüğünüzde ve bir rica da bulunduğunuzda bunu yerine getirdiyse şanslısınız.
Yıllar sonra yine aynı Tanrı bu dileğinizi kötüye kullandığınızı görüp, aynı dileğinizi defalarca yaşamanızı sağlıyor ise aranızın artık bozulmuş ve bir özrü hak etmiş olduğu anlamına gelmiş demektir.
Şansınızı tanrıya bırakmayın. Kendi tanrınız, kendi şansınız olun! Zira aynı hislere sahip olmayabilirsiniz.

12 Eylül 2014

12 Eylül Utancı!

Sis yağar birden, yiter deniz / Kör kalır bu kent, ağlarken kendine / Kim bilir? Nasıl yapar insan? Niye? /.../ Kör kalan bu kent ağlar mı kendine? / Sor o gün: Nasıl yapar insan? Niye?

07 Eylül 2014

Ölümler



Bir yanımız yoksulluk, yoksunluk, perişanlık. Bir yanımızda parmak uçlarımıza değdiğinde bizi yakıp kavuran, yüreklerimizi dağlayan hayatlar. Varlıkla yokluk arası bir yerlerde yaşayan, yaşatılan; var oldukları ancak öldüklerinde anlaşılan insanlarımızın paramparça hayatları. İçli ağıtlar gibi yükselen, bir bozlak gibi hüznü havalandıran gariplerin, garip kalmışların kırık dökük serencamı. Zenginliğin küstahlığında, mal biriktirmenin sevdasında görünmeyen, görülemeyen hikâyeler. Modern zamanların kıyısında yaşamak için kendine yer açmaya çalışan garibanların, mazlumların boğazımızda acıdan bir düğüm bırakan hikâyeleri. Nefesimizi kesen, nefesimizi boğamıza tıkayan hikâyeler. Yalnız öldüklerinde haberdar olduğumuz, paramparça yaşamlar. Kazanma hırsına kurban edilen garibanlar.

Bir yanımız yalancı cennet. Bir yanımızda zenginliğin, şatafatın, müstağniliğin, kibrin, gösterişin, görkemin, tuğyanın insanlığını ezen, insanı yok eden dünyası. Nefsini ilahlaştıranların, egosuna tapanların kendilerini tatmin için, kendi dışındaki her şeyi silip süpürdükleri, insani bütün değerlerin üstünden buldozer gibi geçtikleri bir dünya. Çılgınca tüketme, hudutsuzca bir yağma. Doymak bilmeyen bir iştiha. Doymayan, doyurulamayan bir muhayyile.

Bir zamanın iki ayrı yakası. Aynı zamanı iki ayrı yakada yaşamanın acımasız ikilemi. Birileri zamanın imkânlarından, avantajlarından, siyasetin rantından dibine kadar faydalanıp elini ılık sudan soğuk suya vurmazken, birileri evine alın teriyle ekmek götürebilmenin kavgasında. Sigortasız, güvencesiz, gözünü para hırsı bürümüş patronların insafına bırakılmış işçiler bir tarafta. Diğer tarafta sınırsızca kazananlar, sınırsızca harcayanlar, şımaranlar, müstekbirler, müstağniler... Ne derin bir ikilemdir ki zenginlerin görkemli, gösterişli hayatları, evine helalinden ekmek götürmek için çabalayan garibanların alın teri ve kanları üzerinde yükseliyor. Yoksulların hayatı üzerinden neşv-ü nema buluyor zenginlerin dünyalıkları.

Her gösterişli, şatafatlı, pahalı nesnenin altında yoksulların, garibanların, yoksul bırakılmışların gözyaşı, kanı, emeği var. Mısırdaki piramitlerden tutun da günümüzdeki rezidanslara, dev gökdelenlere kadar. İçinde huzurla dolaşılan Modern Dünyanın mabedi alışveriş merkezlerinin harcında işçilerin, amelelerin, parası gasp edilen emekçilerin çilesi var. Daha yüksek paralar kazanmak, doymayan gözünü doyurmak için işçisinin yevmiyesinden çalanların çevirdikleri dümenlerle yükseliyor bu betondan mabetler. Ruhu olmayan, ruhaniyeti olmayan çağdaş put haneler. İnsanlığı esir alan betonlar. Evet, bu betonlar zamanımızda sonradan görme muhafazakârların yeni mabetleri haline geldi. İslam'ın O muazzam ruhu betonlara gömülüyor, üzeri örtülüyor Muhammedi ruhun. Bir taraftan göklere yükselirken insan, diğer yandan insanlık yerin dibine, yerin derinliklerine batıyor.

Türkiye'nin her yerinde yükselen kibir abideleri. Kibir kuleleri. Şehirlerimizi esir alan bir hırsın eseri binalar. İstanbul'un güzel yüzüne atılmış jilet gibi duran gökdelenler, İstanbul'un siluetini bozan kuleler. Tevazuu, inceliği, alçak gönüllüğü yok eden, dünyaya isyan edercesine göğe yükselen yapılar. Trilyonluk evler, meskenler. Saray yavrusu konutlar. Kaprislerin yüceltildiği, kaprislerin altınlaştırıldığı oteller. Evlerin, otellerin, sitelerin etrafında kalın duvarlar, kalın surlar. Güvenlik çemberleri. Bunların yanı başında barakalar, teneke evler, naylon çadırlar, bekâr odaları. Nemli, soğuk, karanlık odalar. Odalarda kederden örülü, dertten müteşekkil gençler. Odalarda, barakalarda, çadırlarda hayatın acımasızlığı. Daha acısı ölümün soğuk yüzü odalarda, barakalarda, çadırlarda. Ölümün soğuk yüzü her türlü güvenlik önleminden yoksun dev rezidans inşaatlarında.

Evet. Garibanları, yoksulları, işçileri, emekçileri alınlarının teri kurumadan yakalayıverir ölüm. Bazen Tuzla'da tersanelerde, Çağlayan'da tekstil atölyelerinde kot taşlarken bazen de bir rezidans, apartman inşaatında. Kozan'da, hayatın kaynağı olan suya kurban verilir işçiler. Hayatı canlandıran su, gariplerin hayatını bitiren bir cellâda dönüşür. Bir ölünür, on ölünür, yüz ölünür. Hep ölünür, biteviye.

Ölüm, iliklerimize işleyen soğuklarda, dışarıya çıkmaya cesaret edemediğimiz soğuklarda, naylon çadırda hiç uyuyamadıkları uykuya yatan on bir işçiyi yakalar Esenyurt'ta. On bir can, on bir hayat kayıp gider. İstanbul Mecidiyeköy'de bir rezidans inşaatının asansöründe yakalar bazen de. Yine geçip gider on hayat. Geçip giderken zaman unutuluverir on can. İşçilerin kanı üzerinden yükselir modern medeniyetin tapınakları. Bir avuç seçkin mutlu olsun diye düşer ölümün kıvılcımı yoksulların evine, yüreğine.

Çoluk çocuk, eş dost sıcak AVM'lerde dolaşıp kapitalizme kan pompalarken birileri, işçiler bir naylon çadırda, bir rezidans inşaatında umutlarına, yoksulluklarına, gurbetliklerine sarılarak uyurlar. O uykuyu bile çok görür bazen felek. Bir elektrik sobasından çıkan yangınla kül olup gider bütün umutlar, bütün emekler. Bir arızalı asansörde yakalanıverirler bazen garibanlar. Avuç dolusu paraların döküldüğü dört duvar arasında ölür işçiler. Kanlarından karılır harçlar. Kaybolup gider insanlığımız. Kaybolup gider insanlık bir avuç zenginin kazanma hırsında. Doymayan nefis, doymayan iştiha esir alır hayatı. Her dem kurban edilir yoksullar, garipler sonsuz kazanma, sahip olma cinnetine.

Ölümler gelir. Tedbirsizlikten, masraftan kaçmaktan, güvenlik önlemleri almamaktan. Kader denir, timsah gözyaşları dökülür. Allah'ın takdiri denir. Her nedense Allah'ın takdiri hep yoksullar, garipler, yersiz yurtsuzlar üzerinde tecelli eder. Zenginlere, tuzu kurulara uğramaz bu tecelli. Üç beş kuruş tazminata tahvil edilir genç bedenler. Ya da iktidarlar bu tür ihmalkârlıklar için aleyhimizde kullanılan münferit olaylar, abartılmasın derler. Ateş yine düştüğü yeri yakar. Kimse üstlenmez sorumluluğu. Bu lanet çevrim uzar gider.
"Bazı günler uyandığımda hangi günde olduğumuzu bir türlü hatırlayamıyorum. Pazartesi, perşembe, pazar insanın hayatında günlerin bir anlamı olmalı. Hafta yedi ayrı gün değil de üç gün olsaydı ne değişirdi hayatımda? Ya da saatin kaç olduğu hangi günde olduğundan daha mı önemli? Bilmiyorum.."

"Alarmı icat eden adam insanların beş dakika daha uyumak isteyeceğini nereden biliyor? Çünkü kendide beş dakika uyumak istiyor."