20 Şubat 2018

Galiba sekiz dokuz yaşlarındaydım. Bir Orta Anadolu kasabasında büyüyordum. Babam gazozcuydu. Bir gün tüm kasaba çarşı meydanındaki kahvenin önünde toplandı. Her gün kapısının önüne gazoz bıraktığım kahvenin sahibi, yaşlı hoş sohbet amca yanında çırak olarak çalışan, benim yaşlarımda esmer yetim bir çocuğa, İhsan’a iki yıldır tecavüz ediyormuş. Çocuğun bu durumunu, kasabaya yeni tayin olmuş, nüfus müdürlüğündeki memur fark etmiş ve iş onun gayretiyle açığa çıkmış.

Kahveci, kalabalığın arasından elleri kelepçeli polis otosuna doğru giderken, akrabamız rahmetli İsmail abi söktüğü kaldırım taşını bağırarak kahveciye fırlattı. Başına yana eğmezse kafasını parçalayacak iri taş gitti kahvenin su oluğuna çarptı ve ezdi. Her sabah gazoz dağıtmak için dolaştığım çarşı içinde, çocuk kafamda hiç unutamadığım görüntülerden biridir, ezilmiş su oluğu.

Kahveci nedense bir süre sonra işinin başına döndü. Artık bu dünyada yerinin olamayacağını düşündüğüm kahveci yine çay yapıyor, dağıtıyor, oturanlara laf atıyor, şakalaşıyordu. Ona taş atan İsmail abi de hiçbir şey olmamış gibi kahvede okey oynamaya devam ediyor, arada sırada kahveciyle laflıyordu.
İhsan’ı bir daha hiç görmedim. İstanbul’a, akrabalarından bir terzinin yanına çırak olarak gittiğini söylediler. Bir daha o kahvenin önüne gazoz bırakmadım.

Orta okula gidiyordum. Sabah annemin kirkit sesleriyle uyanır, onunla birlikte güne başlar, yatağın içerisinde o günkü derslere bir kez daha bakardım. Annem sabah namazı için kalkmış, abdest almış, mırıl mırıl dualarla odada geziniyordu. Bir ara pencereye yanaştı ve dikkatlice dışarı baktı. Sabahın o ıssız sessizliğinde, belli ki annemin tanıdığı bir kadın ayağında terlikler telaşlı telaşlı bir yerlerden geliyor. Annem bir süre merak ve kaygıyla dışarıyı izledi. “bunun ne işi var bu saatte” dediğini duyar gibi oldum.

Öğleye doğru kasabanın biraz dışındaki bir üzüm bağının kenarında, bir asmanın dibinde kundağa sarılmış yeni doğmuş bir çocuk cesedi buldular. O sabahla ilgili annemle hiçbir zaman konuşmadım.

Büyüdüm! Doktor oldum. Mecburi hizmet yılları! 23 yaşında bir çocuğum. 1984 yılının puslu, soğuk bir Ankara Kasımında, Sıhhiye’de Sağlık Bakanlığı’nın kasvetli geniş salonunda heyecanla torbadan çıkacak köyün ya da kasabanın ismini bekliyordum.

Mecburi hizmet için çekilen kurada arkadaşlarımın çoğu doğu ve güneydoğudaki sağlık ocaklarına giderken benim bahtıma da Ankara yakınlarındaki bir köyün sağlık ocağı çıkmıştı.
Hayatımın en güzel, en coşkulu ve en pırıltılı yılları! Ha deyince elmayı dalından, yıldızı yerinden kopardığım, imkansızın farkında olmadığım yıllar.

Bir gün, her sabah olduğu gibi 100-150 kişilik bir hasta kalabalığı muayene odamın önünde bekleşiyordu. Bir ara, deneyimli hemşirem Mesude hanım kapıyı açarak bağırdı. “rapor için bekleyen” Onca insanın arasından orta yaşlı sakallı bir adam ve yanındaki 7-8 yaşlarında başı önünde bir çocuk. Remzi oğlu Bektaş. Kalabalığı yararak odama girdiler. Adam çocuğun babasıymış, akrabalarından biri Bektaş’a tecavüz etmiş, jandarma adamı yakalamış, Bektaş için fiili livata raporu hazırlayacakmışım. Anüs muayenesi yapmam gerekiyordu. Sağ el bileğinin iç kısmındaki soluk adliye mühürü ile başı önünde sessizce bekleyen o çocuğu hasta muayene masasına çıkartıp, diz dirsek pozisyonunda muayene etmeye çalışırken, çocuğun başını kaldırıp korkuyla yüzüme bakmasıyla içim ezilmiş, ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi bilememiştim. Onun başına gelenle benim muayene usulüm birbirine o kadar benziyordu ki. İşimiz bitti, onlar geldikleri gibi gittiler. İçimde kalan, Bektaş’ın sağ el bileğindeki mor adliye mührü.

Mecburi hizmet yılları! Her seferinde içimi sızlatan, ama bir o kadar da beni büyüten anılar. Bir başka gün de, merkeze epey uzaklıkta bir köye, kendini asarak intihar eden genç bir kadının otopsisi için gitmiştik.

Savcıyla yolda giderken hemen öğrenivermiştim bütün hikayeyi. Yeni evli genç kadının (adı Reyhan’dı.) kocası askere gidiyor. Kayınpeder tecavüz ediyor ve genç kadın hamile kalıyor. Kaynana her şeyin farkında, ama suskun. Genç kadın için bir tek çözüm kalıyor. Evin kilerindeki seren direğine asıyor kendini.
Savcının “biz gelinceye kadar hiçbir şeye dokunmayın” talimatına harfiyen uymuşlar. Kilere girdiğimde ilk gördüğüm şey, koca seren direğinde sallanan ayağı şalvarlı, çenesi bağlı küçücük genç bir kadının cesedi, yerde yuvarlanmış bir sandalye, hemen onun yanında bir bohça, içinde kefen bezi, sabun ve lif, bir entari, birkaç küçük takı. Genç kadın sanki bir yolculuğa çıkar gibi hazırlanmıştı.

Cesedin yanında bir başka şey daha sallanıyordu. Bir teker sızgıt. Yazdan hazırlanıp, kışa saklanan ve genellikle tavana iple asılarak bekletilen kavrulmuş et tekeri. Yarısı yenmiş. Yanında genç kadın. Dışarıda genç kadını yıkayacak kazanın yanında sessizce bekleşen köylüler.
Uyuyamamıştım gece lojmana döndüğümde.

Aradan 25 yıl geçti. Şimdi İstanbul’dayım. 1 Aralık tarihli gazetelerde şöyle bir haber var: “Urfa’ da berdel verilen Şahe Fidan kocasıyla kavga edip, daha fazla dayanamayarak sığındığı baba evinden geri gönderilince, 1,5 yaşındaki bebeğini sırtına bağlayıp, evin banyosunda kendini astı.” Şahe’nin yakınları “bizde evlenen kadının koca evinden ancak cesedi çıkar” demişler. Onlar haklı çıkmış yani. Şahe kızım, sana ipin ucundan başka bir çare bırakmayan ülkemde hala neler gündemde bir bilsen. 1,5 yaşındaki kara gözlü oğlun seni çıktığın yolculukta yalnız bıraktı. Artık onu hırsızların ve üç kağıtçıların saygı gördüğü, soytarıların alkışlandığı, alçakların ve hainlerin baş tacı edildiği bir ülke bekliyor. Dilerim bir gün sağ salim büyüdüğünde bir büyük kentin kara duvarlı sefil bir mahallesinde umutsuzluk ve acılar içinde kaybolmaz.

Hekimliğimin yirmi beş yılı yetmedi kendisini ipe vermekten başka çare bilmeyen kız kardeşlerimin yarasına merhem olmaya. İhsan’ın yalnızlığına derman olmaya. Bektaş’ın bileğindeki mührü silmeye. Reyhan’ı bir kez olsun dinlemeye. Yetmedi. Bundan sonra yeter mi bilmem. Dilerim ülkemi yönetenler bir gün uyanırlar bu ölüm uykusundan. Dilerim bizden sonrası için bir parça ümit kalmıştır hala!

Ercan Kesal

15 Şubat 2018

"Benim hatam, benim başarısızlığım sahip olduğum tutkularım da değil, onları kontrol etme eksikliğimdedir."

10 Şubat 2018

İskender Abi:
Şöyle oluyor yani; biri geliyor hayatına, diyorsun ki tamam yani bundan sonra artık yalnızlık yok, iki kişiyiz biz, her şeyi iki kişilik düşüneceğiz… Sonra çekip gidiyor yani. Tamam, gidiyor yani, o zaman iki idik ben şimdi tekrar bir kalacağım. Yani bir kalmam lazım, öyle olması lazım ama bir de kalamıyorum, yarım kalıyorum. Niye yarım kaldım ben? Niye şimdi benim yarımımı aldı götürdü giderken? Beni böyle yarım bıraktı diye düşünürsün.

07 Şubat 2018

“Düşünün bir kere: Yeryüzünde kaybolmuş iki insan, bir akşam, alın yazılarında yazıldığı gibi karşılaşıyorlar, kucaklaşıyorlar......kucaklaşıyorlar, büyük bir heyecan içindeler. İki insan... Kim ve ne olurlarsa olsunlar. İkisi de, kalplerinde birikmiş ne varsa, birbirlerine söylüyorlar. Ve ertesi sabah, bir başlarına, tekrar mahzun, bedbaht olacaklarını artık unutuyorlar.”

01 Şubat 2018

"Otuz beş yaşındayım. Daha hiçbir şey yaşamadım ki ortasında olayım hayatın. Ama kenarındayım o kesin. Hem de en kenarında, bizim mahalle gibi."

24 Ocak 2018

Tutuklanmak için çalmadığım kapı kalmadı, sonunda kaçma şüphesi vardır gerekçesiyle tutuklandım. Dava önce, Ceza Yasasının 141 inci maddesinden açılıyordu.  Yani, şu ünlü madde: Sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerindeki tahakkümünü kurmak amacıyla örgüt kurmak. Örgütten bol ne var ki. bul örgütünü, kur tahakkümünü...


22 Ocak 2018

Özgür olmak isterken yitip gidenlerin özlemi...
11 yaşlarında sabahın 6sında başucumda çalan bir alarm yoktu. Bir yerden bir yere yetişme telaşem yoktu. Annemin önüme koyduğu yemeği beğenmeme lüksüm vardı. Babamın verdiği bozuk paranın ettiği kadarıyla yetinmeyi bilmekti ekonomi. Tek sabırsızlığım almak istediğim oyuncağa biran evvel kavuşmaktı. Gelecek kaygım yoktu. Aile büyüklerimin doğrusu benim de doğrumdu. Saflığın sembolü de bu olsa gerek ya. İnanmak istediğim doğru bilgi güvendiklerimin avuçlarındaydı. Ta ki büyüyene kadar... Ta ki insanoğlunu sorgulayana kadar.
Ve adil olmayan bu düzene, bir canlı getirmek için oldukça karanlık bir coğrafyaydı burası. 
Güvensiz bu topraklar da güvenli bir kaç dost ve yar sevdasından kalan başka bir şey yok artık.
İşte dünden geriye kalanlar...

19 Ocak 2018


Islak odunlarla soba yakmak isterken kullandığı benzin nedeniyle evini kaybeden 83 yaşındaki Ali Meşe ve kedisi.
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.


Kadın gider ve bunun şiir olduğu söylenir 
kadın gider ve bir şair doğar bundan 

"Yazın bittiği her yerde söylenir"se 
kadının gittiği de her yerde söylenir 
kadın gittiği her yerde şiir diye söylenir: 
Kadının gittiği yazın bittiğidir, her yerde 
yaz biter kadın giderse, bunun sonu şiirdir, 
yazın sonu şiirdir, şiirdir aşkın sonu... 
Şehir her semtiyle yazın peşine düşse 
yaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir, 
yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiir 
eylülün semtine kadar böyle gidilir 
bir gecede gittimdi hazirandan eylüle 
eylül yazdan terkedilmişti, şiirse haziranda 
kadın tarafından terkedildi o söylenceye: 
Bütün oğullar anneyi bir şiire terkeder! 
O kadın beni terkederse şair olurum 
oğul olduğum kadın sakın beni terketme, 
şiirdir söylenir, yazdır biter, kadındır gider

Bütün kadınlar şiiri bir kadına terkeder!