07 Eylül 2014

Ölümler



Bir yanımız yoksulluk, yoksunluk, perişanlık. Bir yanımızda parmak uçlarımıza değdiğinde bizi yakıp kavuran, yüreklerimizi dağlayan hayatlar. Varlıkla yokluk arası bir yerlerde yaşayan, yaşatılan; var oldukları ancak öldüklerinde anlaşılan insanlarımızın paramparça hayatları. İçli ağıtlar gibi yükselen, bir bozlak gibi hüznü havalandıran gariplerin, garip kalmışların kırık dökük serencamı. Zenginliğin küstahlığında, mal biriktirmenin sevdasında görünmeyen, görülemeyen hikâyeler. Modern zamanların kıyısında yaşamak için kendine yer açmaya çalışan garibanların, mazlumların boğazımızda acıdan bir düğüm bırakan hikâyeleri. Nefesimizi kesen, nefesimizi boğamıza tıkayan hikâyeler. Yalnız öldüklerinde haberdar olduğumuz, paramparça yaşamlar. Kazanma hırsına kurban edilen garibanlar.

Bir yanımız yalancı cennet. Bir yanımızda zenginliğin, şatafatın, müstağniliğin, kibrin, gösterişin, görkemin, tuğyanın insanlığını ezen, insanı yok eden dünyası. Nefsini ilahlaştıranların, egosuna tapanların kendilerini tatmin için, kendi dışındaki her şeyi silip süpürdükleri, insani bütün değerlerin üstünden buldozer gibi geçtikleri bir dünya. Çılgınca tüketme, hudutsuzca bir yağma. Doymak bilmeyen bir iştiha. Doymayan, doyurulamayan bir muhayyile.

Bir zamanın iki ayrı yakası. Aynı zamanı iki ayrı yakada yaşamanın acımasız ikilemi. Birileri zamanın imkânlarından, avantajlarından, siyasetin rantından dibine kadar faydalanıp elini ılık sudan soğuk suya vurmazken, birileri evine alın teriyle ekmek götürebilmenin kavgasında. Sigortasız, güvencesiz, gözünü para hırsı bürümüş patronların insafına bırakılmış işçiler bir tarafta. Diğer tarafta sınırsızca kazananlar, sınırsızca harcayanlar, şımaranlar, müstekbirler, müstağniler... Ne derin bir ikilemdir ki zenginlerin görkemli, gösterişli hayatları, evine helalinden ekmek götürmek için çabalayan garibanların alın teri ve kanları üzerinde yükseliyor. Yoksulların hayatı üzerinden neşv-ü nema buluyor zenginlerin dünyalıkları.

Her gösterişli, şatafatlı, pahalı nesnenin altında yoksulların, garibanların, yoksul bırakılmışların gözyaşı, kanı, emeği var. Mısırdaki piramitlerden tutun da günümüzdeki rezidanslara, dev gökdelenlere kadar. İçinde huzurla dolaşılan Modern Dünyanın mabedi alışveriş merkezlerinin harcında işçilerin, amelelerin, parası gasp edilen emekçilerin çilesi var. Daha yüksek paralar kazanmak, doymayan gözünü doyurmak için işçisinin yevmiyesinden çalanların çevirdikleri dümenlerle yükseliyor bu betondan mabetler. Ruhu olmayan, ruhaniyeti olmayan çağdaş put haneler. İnsanlığı esir alan betonlar. Evet, bu betonlar zamanımızda sonradan görme muhafazakârların yeni mabetleri haline geldi. İslam'ın O muazzam ruhu betonlara gömülüyor, üzeri örtülüyor Muhammedi ruhun. Bir taraftan göklere yükselirken insan, diğer yandan insanlık yerin dibine, yerin derinliklerine batıyor.

Türkiye'nin her yerinde yükselen kibir abideleri. Kibir kuleleri. Şehirlerimizi esir alan bir hırsın eseri binalar. İstanbul'un güzel yüzüne atılmış jilet gibi duran gökdelenler, İstanbul'un siluetini bozan kuleler. Tevazuu, inceliği, alçak gönüllüğü yok eden, dünyaya isyan edercesine göğe yükselen yapılar. Trilyonluk evler, meskenler. Saray yavrusu konutlar. Kaprislerin yüceltildiği, kaprislerin altınlaştırıldığı oteller. Evlerin, otellerin, sitelerin etrafında kalın duvarlar, kalın surlar. Güvenlik çemberleri. Bunların yanı başında barakalar, teneke evler, naylon çadırlar, bekâr odaları. Nemli, soğuk, karanlık odalar. Odalarda kederden örülü, dertten müteşekkil gençler. Odalarda, barakalarda, çadırlarda hayatın acımasızlığı. Daha acısı ölümün soğuk yüzü odalarda, barakalarda, çadırlarda. Ölümün soğuk yüzü her türlü güvenlik önleminden yoksun dev rezidans inşaatlarında.

Evet. Garibanları, yoksulları, işçileri, emekçileri alınlarının teri kurumadan yakalayıverir ölüm. Bazen Tuzla'da tersanelerde, Çağlayan'da tekstil atölyelerinde kot taşlarken bazen de bir rezidans, apartman inşaatında. Kozan'da, hayatın kaynağı olan suya kurban verilir işçiler. Hayatı canlandıran su, gariplerin hayatını bitiren bir cellâda dönüşür. Bir ölünür, on ölünür, yüz ölünür. Hep ölünür, biteviye.

Ölüm, iliklerimize işleyen soğuklarda, dışarıya çıkmaya cesaret edemediğimiz soğuklarda, naylon çadırda hiç uyuyamadıkları uykuya yatan on bir işçiyi yakalar Esenyurt'ta. On bir can, on bir hayat kayıp gider. İstanbul Mecidiyeköy'de bir rezidans inşaatının asansöründe yakalar bazen de. Yine geçip gider on hayat. Geçip giderken zaman unutuluverir on can. İşçilerin kanı üzerinden yükselir modern medeniyetin tapınakları. Bir avuç seçkin mutlu olsun diye düşer ölümün kıvılcımı yoksulların evine, yüreğine.

Çoluk çocuk, eş dost sıcak AVM'lerde dolaşıp kapitalizme kan pompalarken birileri, işçiler bir naylon çadırda, bir rezidans inşaatında umutlarına, yoksulluklarına, gurbetliklerine sarılarak uyurlar. O uykuyu bile çok görür bazen felek. Bir elektrik sobasından çıkan yangınla kül olup gider bütün umutlar, bütün emekler. Bir arızalı asansörde yakalanıverirler bazen garibanlar. Avuç dolusu paraların döküldüğü dört duvar arasında ölür işçiler. Kanlarından karılır harçlar. Kaybolup gider insanlığımız. Kaybolup gider insanlık bir avuç zenginin kazanma hırsında. Doymayan nefis, doymayan iştiha esir alır hayatı. Her dem kurban edilir yoksullar, garipler sonsuz kazanma, sahip olma cinnetine.

Ölümler gelir. Tedbirsizlikten, masraftan kaçmaktan, güvenlik önlemleri almamaktan. Kader denir, timsah gözyaşları dökülür. Allah'ın takdiri denir. Her nedense Allah'ın takdiri hep yoksullar, garipler, yersiz yurtsuzlar üzerinde tecelli eder. Zenginlere, tuzu kurulara uğramaz bu tecelli. Üç beş kuruş tazminata tahvil edilir genç bedenler. Ya da iktidarlar bu tür ihmalkârlıklar için aleyhimizde kullanılan münferit olaylar, abartılmasın derler. Ateş yine düştüğü yeri yakar. Kimse üstlenmez sorumluluğu. Bu lanet çevrim uzar gider.